5 Temmuz 2015 Pazar

"İlk şairim babamdı."

ŞİRİN PARKAN ile söyleşi 

Şirin Parkan iyi bir şair.
Aramıza olmuş bitmiş olarak gelenlerden hani... Onu bir gün okursanız şunu dersiniz: "Neden daha önce tanımadım bu şairin şiirini?" Ya da "ya kendisinin farkında değildi ya da başkaları farkında değildi..." Ben Şirin'in şiirlerini ilk okuduğumda aslında çok da sevdiğim fragmanlı uzun bir şiirle karşılaştım. Böyle şiirlerde kontrol daha çok Zaman'da olur. Onu ne kadar zamanda yazdığınız değil onu yazmak için ne kadar zaman boyunca içinizin dolduğudur. Belki ilham böyle de açıklanabilir; uzun dolumlar... Gümüş Güneşin Sarhoş Kızı adını verdiği bu uzun şiirin numaralandırılmış fragmanlarını birbiri ardına okurken ne zamandır terk edilmiş olan şiir okuyuculuğumu yeniden kazanmış olduğumu hissettim. Şiirsel kanallarım yeniden açıldı, günışığı dahil birçok türde ışık yeniden doldu. Bu açıdan uzun zaman sonra ilk kez bir şairi merak ve takip etmeye başladım, ki zamanında böyle bir şair olmaya değer bir hayatın peşindeydi bu satırların yazarı da... Uzun sözün kısası bütün yıldızları tanıyamayız göremeyiz. Tek gördüğümüz bütün yıldızların gökyüzünde yarattığı ışıltı kümesinin bizde yarattığı hoşluk melodisi ve mutluluk ritmidir. Ve şair bir yıldızsa şiirleri tek maddesi onun ışığı ve sıcaklığı olan yansımalardır. O yıldızı yüzümüzde hissettiğimizde ona sorarız... Şirin, bu hissin gölgeleri altında ikinci şiir kitabı Üzerime Gölgen Düşmüştü, Sen Güneştin ona bazı sorular sormamıza yol açan ışığın şiirlerini yazdı.

Bana en sevdiğin şiirini okur musun?
Tabii ki okurum. 


Gülmek ağlamak unutmak sevmek gitmek ölmek varken neden şiir yazıyoruz?
Seçtiğin kelimeler, tesadüf mu bilmiyorum, benim cevabıma ne kadar da denk düşüyor.  Evet, aynı gülmek,  ağlamak, ölmek , sevmek, unutmak ve gitmek gibi şiir de bir mecburiyet. Sözün bittiği,  kelimelerin kifayetsiz kaldığı yerdeki çaba,  yine de söylemek,  nasıl söyleyeceğini bulmaya çalışmak,  deneysel bir süreç benim için.  Bir tür doğum,  hem doğurduğun hem yeniden doğduğun.  Yeniden ölmek için.  Yeniden sevmek, unutmak ve gidebilmek için.  Bir tür güç toplayış, uyuyup uyanma, ölüp dirilme.

Kutsal kitaplara kadar şairleri bilmiyorduk genellikle. Neden bu tanrıları tanrılığı kıskanmak? Şair, şiirinin neresinde neyi ve kimi sence?
Sanatçı yaratıcı olan kişidir. Sadece bu sıfat bile tanrı ile uğraşmak için bir neden. Sonra isyankardır,  olduğu,  öğretildiği gibi kabul etmeyen, hep sorgulayandır.  Ölümsüzlüğü  arayandır.  Ölümlülüğü kabul edemeyendir.
Şair bence eyer vurulamayan  at, tasma takılamayan  kedidir.  Sadakatsiz sevgili, sağı solu belli olmayan aşıktır.  Yeri geldiğinde ahlaksız yeri geldiğinde nefret doludur. Bütün uç duyguları içinde barındırandır şair.  Ya da benim şairim.

Tıp tiyatro edebiyat şiir... Sen nerdesin? İlk hangisi geliyor?
Ilk şiir geliyor. Önce şiir vardı zaten. Tiyatro ve tıp da çok şiirsel eylemler olarak hep hayatımda  var oldular. Tıbbi ben bir bilim dalından çok hep bir sanat olarak gördüm.  O yanını sevdim. İnsani tanımayı,  gerçek anlamda dinlemeyi, ona dokunabilmeyi,  yardım edebilmeyi,  oradaki o kutsal mahremi,  yakınlığı,  sırdaşlığı, tıbbın doğasında olan olması gereken karşılıklı saygıyı sevdim. Tıp benden çok şey aldı,  zaman, bir ömür boyu aidiyet zorunluluğu hissetmek  gibi, ama kabul ediyorum ki bana çok şey de verdi. Tıpla  hep bir aşk nefret ilişkim oldu. Hem hep ondan kurtulmak istedim hem onsuz yapamadım. Tiyatro ile daha stabil bir ilişkimiz var. O benim hasret kaldığım, zaman zaman temas edebildiğim uzaktaki sevgilim. Tiyatroyla ilişkim aslında yıllar içerisinde biraz değişti.  Üniversitedeyken birkaç kafası fazla çalışan, enerjisi bol gelen ve birlikte çok eğlendiğim arkadaşımla yaptığım çok keyifli bir "şiirsel maceraydı " benim için.  Fakat yıllar,  yaşam koşulları bazı şeyleri güçleştirdikçe biraz daha bireysel bir çalışmaya dönüştü.  Bu arada oyunculuğun, tiyatrodan bağımsız, sadece oyunculuk olarak, insanı çok geliştiren ve olağanüstü keyifli bir deneyim olduğunu keşfettim.  Artık daha bağımsız fırsatlar da kolluyorum oyuncu olarak. Ama şiir hepsinin içinde olduğu evren benim için. Hep vardı ve hep olacak.

İlk şiirini hatırlıyor musun ve ilk şairini?
İlk şiirimi çok iyi hatırlıyorum. İçinde bol bol "sus sus sus" geçen bir şiirdi.  Sekiz yaşındaydım yazdığımda.  Demek ki okuma yazmayı öğrenir öğrenmez başlamışım bu işe.  Nasıl birilerine gösterdim hatırlamıyorum,  çünkü aşırı çekingen, ürkek bir çocuktum. Ama babam çok beğenmişti -ki kendisi kolay kolay bir şeyi beğenmezdi- ve onun yine düşüncelerine çok değer verdiğim çok yakın bir arkadaşı bizdeydi.  İkisinin çok heyecanlandıklarını, mutlu olduklarını hatırlıyorum. İlk şairim babamdı.  Babam kendisi de yazan, edebiyatla çok ilgilenen ve hatta hayatını yazarak kazanan bir insandı. Çok sade ama şiirsel bir dili, derin bir anlatımı vardı. Onun sözel ifadeleri beni etkilerdi.

Şiirin sonu olacak mı olacaksa nereden olacak yerden mi gökten mi?

Eğer şiirin sonu gelirse bir gün,  dünya çok kötü bir durumda demektir diye düşünüyorum.  Şiirden uzaklaştığımız günler yaşıyoruz bugünlerde ve bu aslında bazı olumsuz değişikliklerin sonucu. Umarım yaşamlarımızın özünü, yani şiirini yeniden keşfederiz.



Halil Gökhan

29 Nisan 2014 Salı

Cecile. YANMIŞ BİR DÜNYANIN SON ÇOCUK YÜZÜ

Kim bu Cecile?
O Varşova gettolarının kül rengi çaresizliği... Yıkılmış Berlin sokakları... Yanmış bir dünyanın son çocuk yüzü.
Cecile, yazar Raşel Rakella Asal'ın, araştırmaları yıllar süren roman çalışmasının kahramanı değil sadece. Küçük bir kız çocuğu ile yetişkin bir kadın bedeninde gidip gelen ve bir türlü dinmeyen Holokost dehşeti. Bir ekmek karnesi gibi zorbalıkla ellerimizden alınan yitirilmiş özgürlüklerimiz.
Cecile ölebilirdi, belki öldü de; tıpkı II. Dünya Savaşı'nda öldürülen milyonlarca masum Yahudi gibi.
Cecile, açlık ya da Ziklon B gazı gibi havada tüten ve insanlığın topluca yakıldığı krematoryumlardan yükselen geleceğe dair umut bulutlarımız.
Cecile maviliğimiz olabilirdi. Sığınaklarda hayatta kalan direnişçi Yahudilerin tünel duvarları arasında yayına hazırladıkları, ederi bir sigara olan gazeteler ve o mavilikte yüzen kuşlar biz olabilirdik.
Cecile, iyiliği hâlâ yeniden bulma şansımız... Masumiyetimiz.

"Günümüzde Polonya'da hayatta olan Yahudilerin sayısı dört binden azdır. (...) Katledilen 6 milyondan fazla Yahudi'nin anısına..."

    Schindler'in Listesi filmi, 1993,
Yönetmen: Steven Spielberg

http://www.kafekitap.com/urun/882/cecile





14 Şubat 2014 Cuma

Kadın Yazarlardan Savaş Öyküleri 17 ŞUBAT'TA ÇIKIYOR

Kadın Yazarlardan Savaş Öyküleri

Kadın Yazarlardan Savaş Öyküleri


"Görülen lüzum üzerine" KADIN ÖYKÜLERİ kitabının ikincisini yayınlıyoruz...
Bu kez kitabımızın bir konusu var: KADINLAR VE SAVAŞ. 
I. Dünya Savaşı'nın 100. yılı olması sebebiyle 2014 her yönüyle savaşın kayıplarının hüzünle anıldığı, kıyımların lanetlendiği bir kara yıldönümü. 
KADIN ÖYKÜLERİ 2: SAVAŞ !! da her anlamıyla, "savaşa gitmeyen, ama savaşın en büyük kaybedenleri" olan kadınların, savaşların bütün hafızalardan silinmesi için bir HATIRLATMA kitabı...
İç, dış, dünya, ev, aile, okul, sokak, siyasi kültürel bütün savaş ve çatışmaların odakta olduğu bu kitap; 2014 yılının yüzyılımıza, zamanımıza, insana, hayata daha çok sahip çıkan insanlar için uyanış yılı olmasını dileyen bir büyük dilek şimdiden.
ALANA BERİL - ANUŞKA ŞAHİNER - AYCAN TÜRK - AYDAN GÜNDÜZ - BİRSEN İNANÇ - CANDAN SELMAN - ÇİĞDEM KESKİNBIÇAK - EBRU GÖKÇE - ELİF KARACA - EMİNE EBRU - EDA GEVEN - GÜLNAZ KIZILDAĞ - GÜLRU PEKTAŞ - HÜLDA ÖKLEM SÜLOŞ - MELİS OLÇUM - MUKADDER KAYHAN - NURAN BUDAK AKREI - ÖZLEM TÜM - RAŞEL RAKELLA ASAL - SELMA MAY - SIDIKA SARPEN PABUÇCU - SUNA BAYKAM - ŞİRİN PARKAN - VUSLAT ERKMEN - ZEYNEP ESRA

2013'TE ÇIKAN KADIN ÖYKÜLERİ


HEİDİ Kadın Kitaplığı


13 Şubat 2014 Perşembe

Freud her bünyeye lazım


Freud'a sormuşlar, "Felsefeyle ilgilenir misiniz?"
"Evet, ilgilenirim," demiş. "Ama sorduğu sorularla, yanıtlarla, doğrularla, yanlışlarla vs. değil, bunlar pek umurumda da değil. Felsefeye yol açan zihinsel ve ruhsal makineyi anlamak için, felsefenin gerisindeki ruhsal ihtiyaçları anlamak için felsefeyle ilgilenirim ben."
Tam da bu deyimiyle bile insan doğası hakkında ne denli karmaşık ve tartışmalı fikirlere yol açtığının farkında olsa gerek.
Kimi anladı onu, çoğu anlamadı.. Kimisi bir şarlatan, kimisi dahi olarak gördü.
Uyguladığı tedavilerle bilimsellikten uzak olduğu düşünüldü.
Yaşadığı dönem itibariyle tabuların ardına gizlenen ve onu terbiyesiz, ahlaksız, dinsiz olarak görenlerin çoğu gizli gizli kitaplarını okuyordu. Kitapları peynir -ekmek gibi satılıyor, kapalı kapılar ardında okunuyordu. Yaratıcı zekâsı onu insanları kandırmaktan uzak tabularını yık-maya yönelikti. Yaptığı araştırmalar ve deneylerle bunu destekliyordu.
1930 yılının başlarında Naziler Almanya’da yönetimi ele geçirince yakılacak kitaplar arasında en önce Freud’un kitapları vardı.
Bunun üzerine Freud, ‘insanlık o kadar gelişme gösterdi ki Ortaçağ’da olsak beni diri diri yakacaklardı, şimdi ki-taplarımı yakmakla yetiniyorlar’ diyerek mizahi bir yaklaşımla tepkisini ortaya koydu.
Freud'un insana dair daha önce söylenenden köklü olarak değişik yaklaşımını iyi anlamak gerekir. İnsanın de-rinlemesine doğru dünyasıyla ilgili olarak mistik yaklaşımlar elbette bir bilimsel disiplin şeklinde ilerlemedi. İnsanın gelişimine dair rehber olarak sunulan ve oldukça ayrıntı barındıran kimi mistik akımlardan Freud'u ayıran şey simgeleşen düşüncelerin aslının keşfiyle insanın kendi doğal halini keşfi ve bu gerçekten hareket etmesini önermesidir. Mistisizm ise yine aslında insanın kendini keşfi ve bu keşiften sonra temel duygu olan sevgiye ulaşarak kendisini tabiatın bir parçası olarak hissetmesi ve tabiata hükmeden güçle bağını kendi gerçekliği olarak ortaya çıkarması ve o gerçekliğin de asıl olanda erimesi olarak görür. Artık o güçle bağından hareketle ve o potansiyeli barındıran diğer insanlarla menfaate dayalı ol-mayan bir bütüncüllük hissiyle hareket edecektir.
Freud, içindeki sevgiyi keşfetmeye çalışan ve diğer tüm insanlarla ortak bir var edenin, yaratıcının sevgisi bağlamında hayat sürmek için kendi bireyselliği içerisinde gelişmek isteyen, bedensel hazlarının kölesi olmaktan kurtulmuş insan tasavvuru ve kaotik yapısındaki hayvanı keşfederek onu anlamlandıran, toplumdan farklı olduğu güdüsüyle değerlerini kendisi belirlemesi gereken yalın bir insan. Her bünyeye lazım diyorum.

EMİNE EBRU

Sigmund Freud Ruh ve Haz

Sigmund Freud Ruh ve Haz


6 Şubat 2014 Perşembe

Zola'lar nerede?

Zola'lar nerede?


115 yıl sonra Dreyfus hâlâ yaşıyor.

Estherhazy'ler de yaşıyor. Félix Faure'lar da...

Peki Zola'lar nerede? Fransa'da bile Zola'nın mektubuna ancak 100 yıl sonrabir başkan yanıt verebilmişken - bundan 15 sene önce - aradan geçen bir asır boyunca aramızda olmayan kimlerdi? Yazarlar mı cumhurbaşkanları mı kurbanlar mı?

Dreyfus Olayı hiç şüphesiz siyasi literatüre entelektüel terimini kazandırdı. Ve 115 yıldır bu terim devamlı olarak tartışılıyor. Bu terimin kurtarıcı ve koruyucu olduğuna sakın kanmayın. Onun yaşamasının, sürekli kullanılmasının bir yangın çanı ya da alarm zili işlevinde olduğu hatırlardan hiç çıkarılmamalı. Suçluyorum'u (J'accuse) Suçlusun!.. olarak yeniden, bazı eklerle yayımlamamızın bir nedeni de entelektüel camiada çalmayan çanların sayısında artışın olması. Ve çalan çanlar da adeta kanıt saklamak için kullanılıyor.

Şüphesiz ki tarih, hikâye haline gelmeden, yani oluşurken de çeşitli işaretler veren bir vicdan hareketi olarak içimizde hissediliyor. Bizim adımıza vicdanlarımızın günlüğünü tutan yazarlar 115 senedir artık siyasi olarak da "bağlanıyorlar". Girişimlerinin, duruşlarının her saniyesi ve molekülünde bu angajman şu soruyla yer ediyor: Kötülüğe kalıcı olarak nasıl geçit vermeyebilirim? Geçmiş, bitmiş, yakıp yıkmış olanın yaralarını sarmaya çalışan devlet tedbirlerini bir kayıttan öteye geçirmeyen mekanizma, gerçeğin sicil kayıtçısından başka bir şey değildir. Devlet sonradan kullanmak üzere gerçekleri kayıt eder, onlara müdahale etmez. Her kim olursa olsun devletin içinde o kayıtların boyunduruğunda bir şeylerle zıtlaştığınızda ya da kurban ilan edildiğinizde kurtuluşunuz kesinlikle yoktur. İşte Zola'nın belki de hayatına mal olan ve onu daha az okumamıza neden olan Dreyfus Olayı, devletlerin silah deposu olan ordunun iç duvarları arasında kalan ve hiçbir şeyin ulaşamadığı bir davadır. Ve bu dava duvarlarını Zola'nın elindeki vasati bir kalemden oluşan anahtarla, sadece gerçeğin vicdanını haykırarak açmaya çalışması bir yazarın başını çektiği yeni bir angajman çağını da açmış oldu tarihsel olarak, tüm dünya yazarları adına.

Belki yeni Dreyfus olaylarında dünya yazarları suçlayan mektuplar yazamadılar; yönetimler daha baskıcı ve acımasız olduğu için; bu amaçla sürgüne çıktılar; romanlar kaleme aldılar, tiyatro eserleri; şiirler, günlükler ve belgeler bıraktılar, uzun mu uzun 20. yüzyıl boyunca.

Dünya savaşlarının muharebe meydanlarında ve toplama kamplarında açlıktan, hastalıktan ve işkencelerden ölürlerken bile yazıyorlardı. İnsanlığın uğradığı vicdani tutulmaların fırtınalarında, bilincin ve sağduyunun toza dumana karıştığı şiddet kasırgalarında yazarlar bu yüzyıl boyunca birer tanığa dönüştü. Sesin ve görüntünün, yazıya oranla kapsadığı etkileri gerçeği daha çok saklamada ve gerçek kâşiflerini yok etmede kullanan kötülüğün karşısında yazarlar daha da büyük sorumluluk üstlendiler.

Artık 21. yüzyılda yazarlara birkaç görev daha düşüyor: Acı çekmek, kanamak ve her gece sabaha kadar gerçekleri sayıklamak. Bilinçlerin açık ve işler olduğu gün ışığında hakikat tutuklu, vicdanlarımız tutsak. Yazarlar ise bu koşullarda sadece tek bir çalışma alanı kaldı: Rüya görmek.

Belki de yazar günümüzde hâlâ yaşıyorsa bunu, evrimin başlangıcında çok basit bir beyin işlevine, yani unutmamaya borçlu. Beyinlerimizi ters çeviren ve onları unutma makinelerine çeviren bütün otoritelere, totalitarizmlere karşı, her şeye karşın; kendini keşfinden 115 yıl sonra Zola'ları gözle göremeyeceğimizi biliyoruz artık; çünkü onlar her yerde!..

Zeplin Kitaplar

27 Aralık 2013 Cuma

Kadın yazarlara savaş çağrısı!



Kadın yazarlara savaş çağrısı!

KADIN ÖYKÜLERİ  2: SAVAŞ!!
KAFEKÜLTÜR Yayıncılık / H.E.İ.D.İ
Öykü Antolojisi




KADIN ÖYKÜLERİ 2: SAVAŞ !!
kitabı için ÇAĞRI...

Sevgili Kadın Öyküleri yazarı

KADIN YAZARLARDAN KADIN ÖYKÜLERİ kitabımızın -görülen lüzum üzerine- İKİNCİSİNİ yayınlıyoruz...
Bu davete katılmanı gönülden diliyorum. Bu kez kitabımızın bir konusu var: KADINLAR VE SAVAŞ.
2014 her yönüyle savaşın kayıplarının hüzünle anıldığı, kıyımların lanetlendiği bir yıldönümü olacak I. Dünya Savaşı'nın 100. yılı olması sebebiyle...
KADIN ÖYKÜLERİ 2: SAVAŞ !! da her anlamıyla, "savaşa gitmeyen, ama savaşın en büyük kaybedenleri" olan kadınların, savaşların bütün hafızalardan silinmesi için bir HATIRLATMA kitabı olacak...
İç, dış, dünya, ev, aile, okul, sokak, siyasi kültürel bütün savaş ve çatışmaların odakta olduğu öykünü en geç 15 Ocak 2014 gününe kadar bekliyoruz.
Yüzyılımıza, zamanımıza, insana, hayata daha çok sahip çıkan yazarların uyanış yılı olsun 2014!
Şimdiden.

24 Eylül 2013 Salı

İYİ YAZARLAR NASIL İYİ YAZARLAR?

İyi Yazarlar Neden İyi Yazarlar?
Charles Dickens, şimdi karşımda duran notta, daha önceden yaptığım ‘Barnaby Rudge’ın mekanizması araştırmasından üstü kapalı olarak şöyle bahsediyor: “Bu arada Godwin’in, ‘Caleb Williams’ının geri dönüş yapılarak yazıldığına dikkat ettiniz mi? O, önce kahramanını bir zorluklar ağının içine sokar, ikinci cildi şekillendirir ve ardından, onu önceden yaptığı şeyle ilgili hesap verecek tarzda tasarlar.”



Godwin’in eksiksiz bir yöntem biçimine sahip olduğunu düşünemem. Aslında kendisine itiraf ettiği şey, Bay Dickens’ın amacı ile tam bir uyum içinde değildir. Fakat “Caleb Williams”ın yazarı da, hiç değilse bir parça benzeşen yönteminden sağlayabileceği avantajı algılamaması imkânsız sayılacak derecede iyi bir sanatçıydı. Hiçbir şey, bütün bu olaylar dizisinden daha açık değildir; herhangi bir şeyi kaleme almaya teşebbüs etmeden önce, hikâyenin çözümü, adına yaraşır biçimde, incelikle işlenmiş olmalıdır

Burada, bir öykü inşa etmenin alışıldık tarzında, bence köklü bir hata vardır. Hikâye, ya bir tez öne sürer, - ya gündelik bir olayın önermesini sunar ya da en iyisinden yazar, anlatısının temelini yalnızca göz alıcı bir formda biçimlendirecek, bir kombinasyon sağlamaya yönelir- ki tasarım genel olarak tasvir ile doldurulur, diyalog veya yazar yorumu, gerçeğin her türlü kırılma noktası veya aksiyon, sayfa sayfa görünür kılınmalıdır.

Ben bir ‘etkiyi’ göz önünde tutarak işe başlamayı tercih ederim. Orijinaliteye uymak, daima görünürdedir- çok açık ve çok kolay elde edilebilir bir merak kaynağından vazgeçmeyi göze alan kişi kendisini aldatmış olacağı için - kendime öncelikle söylediğim şey şudur: ‘Şu anda, kalbin, zekânın veya genellikle duyarlı bir ruhun sayısız etki veya izlenimlerinden hangisini seçeceğim?’ Bir romanın seçilmiş olması, ilk ve ikincil olarak canlı bir etkidir. En iyi biçimde işlenmiş bir durumun ya da atmosferin olup olmadığını göz önünde bulundururum. - Olağan durumlar ve özgün atmosfer veya konuşmalar ya da hem durumların, hem atmosferin özgünlüğü söz konusu mudur? – Daha sonra, bu tarz olay kombinasyonları veya atmosfer, etkiyi yapılandırırken bana en iyi şekilde yardımcı olacak mı diye bakarım.

Herhangi bir dergi sayfasında, yazarın eserlerinden birini, en son noktasına varana kadar, adım adım, detaylı, yöntemli şekilde tamamlayabilmesinin ne kadar ilginç olduğunu sıklıkla düşünmüşümdür. Neden böyle bir sayfa asla yayımlanmaz, şaşkınım, fakat sanırım yazar kibri diğer bütün sebeplerden önce geliyor. Çoğu yazar, özellikle şairler, bir çeşit güzel coşku ile eser yarattıkları anlayışına sahip olmayı tercih ederler ve estetik bir sezgiyle özende ve düşüncenin bocalayan yavanlığında insanların sahnenin ardına göz atmasına kesin bir tüyler ürperticilikle izin verirler. – sadece son anda yakalanmış gerçek niyetlerde- tam görüşün olgunluğuna varamayan düşüncenin sayısız işaretinde- bütünüyle olgunlaşmış, ümitsizlikte boşa çıkmış, ele avuca sığmaz hayallerde – ihtiyatlı seçimlerde ve reddedişlerde- acı veren silintiler ve eklentilerde –bir sözcüğün içinde devinen bir kanatta- mizanseni değiştiren donanımda- dayanaklar ve iblis kovan tuzaklarda- horoz tüyünde, kırmızı boya ve siyah beneklerde- yüzün ötesindeki doksan dokuz durumda – edebiyat tarihinin özelliklerini kurarlar.

Edgar Allan Poe