4 Aralık 2012 Salı

ELVEDA EDEBİYAT !




Elveda edebiyatı

Burada yollarımız ayrılıyor. Daha önce gözlerimizdin. Kulaklarımız. Gerçek görüntüler ve seslerde olmadı asla aklın. Sanat yapmaya kalktın. Sesimizi çıkaramazdık. Sesimizdin de.

Kendi yansımalarımı şimdi tam olarak duyabiliyorum. Yazıyı da senin elinden aldım. Şimdi ben bütün gözlemlerimle yazınca ses ve renkler akıyor okumalardan. Bazen daha cafcaflı, kimi zamansa çok daha özgür; kafiyesiz, kifayetsiz, ama benzettiğim şeyler hiç olmazsa bana benziyor.
Dünya yolculuğumuzda hiçbir zaman istenmeyen yolcular olmadı. Gerekmeyenleri gerekliliklerle, istenmeyen soruları gerekçelerle kendi yollarına gönderdik. Şimdi senden uzaklaşırken, pişman olacak bir yere gitmemizi engelleyen kutup yıldızının daha da parladığını ve bu ışığa bizim de katkımız olduğunu gülümseyerek anlıyoruz.

Kutup yıldızına bakınca unutuyoruz, son zamanlarda kör ve sağır olduğunu. Aynı daire etrafında sürekli dönerek, cümleler kurmadan noktalar koyduğunu.
Tanrı, yaşlandığını unuttuğunda tanrılaşır, ama sen kendini tanrı yerine koyduğunu hatırlamadan nasıl unutursun insanı?
Sonun Şiir'le geldi... Sadece izledi Şiir seni, pek bir şey yapamadı. O ki sözün Azrail'i ve İsrafil'i; bir zamanlar eteklerine yığdı simya ovalarını; hülyalı serapların şaraplarından tattırdın bize; cennet şarkılarıydı sanki gördüğü rüyalar ve yapayalnızdık gökkubbe altında. Ve sen evrenin şiiri yerine muktedirlerin beyhude esinlerini saldın ova, çayır, vadi ve bir ırmak gibi kuruttun, batmadın oysa bir güneş gibi unutulmanın ardında.

Şimdi herkes, sana vedanın bir kafa karışıklığı yarattığını kabul edercesine hala her şeye edebiyat demeyi sürdürüyor.

9 Kasım 2012 Cuma

EY BOŞ BULUT SÖZÜM SANADIR

EY BOŞ BULUT SÖZÜM SANADIR


Kültürümüzün tek sorunu sanatçının nitelikli olarak sömürülmesi mi?


Son yıllarda kitaplı kültür dünyasının üzerinde hayalet bulutlar geziniyor. Bir bulutun en şanssız halini taşıyan bu bulutlar, yağmur bırakmadıkları halde ışık getiriyorlarmış gibi yaparak çıkardıkları 40 ampullük şimşeklerle atmosfere boş kaygılar, korkular bırakıyorlar aynı zamanda.
Yine de umut işçiliğine soyunmamız en doğru yol. Birileri bir şey satacak diye illa ki sanatçının, yazarın cebine el atmaları mı gerekiyor ya da onların desteklerini cami avlularına terk etmeleri mi?
Van depreminde ortaya çıkan bir gerçek, durumun ağırlığını bir kez daha ortaya koyuyordu: Bir yazar adayı, İstanbul'dan Van'a yardım kolisi içinde gönderdiği nevresimin içinde "kitap parası"nı unutmuştu. Haber hemen basına yansıdı ve para geriye sahibine gönderildi.
Bir fırıncıdan ekmek alır ve para ödersiniz. Ekmekçi size para vermez.
Bir çiçekçi kadınla uzun pazarlıklar yapar en uygununa çiçeğinizi alırsınız, çiçekçi kadın o kadar pazarlıktan sonra size neden para versin ki?
Peki durum, bütün dünyada en pahalı sektör olan kültüre gelince ülkemizde neden külahları değişiyoruz? Neden haklarımızın düzeni konusunda bu denli bilgisiz, görgüsüz ve istilalara açığız? Tamam biz davet etmiyoruz, sanatsal emeğimizi ucuza satalım, ürünümüzü yayınlamak için cebimize davranalım demiyoruz, ama birileri var ki onlar kara bulutlarla tepemizdeki ışık kaynağı güneşi, her şeyin anlam rengini ve renklerin anlamını veren bu büyük kuşatıcıyı geçici olarak engelliyor.
Bunlar ara ve kara dönemlerin akbabaları mutlaka, her zaman olmuşlardır olacaklardır da... Tarih de yarına kalmayış da geçicilik de en az beceriksizlik ve yeteneksizlik kadar onların en büyük cezaları...
Gerçi şu var: Yayınlarını destekleyen, yani kendi parasıyla eserlerini neşreden kişilerin de sanatsal anlamda çok yetenekli ve yarına kalma potansiyelinde olmadıkları da istatistiklerde açığa çıkan bir gerçek. Kültürümüzün tek sorunu bu mu? Sanatçının nitelikli olarak sömürülmesi mi?

Ben o 10.000'de bir geleni arıyorum

Çok oluyor, Fransa'da sadece Fransız yazarların eserlerini basan ve çok ödüller alan, yayımladıkları kitapları çoksatanlar listelerine sokan bir yayıncı, sorulan bir soru üzerine yayınevine yılda en az 10.000 tane dosyanın geldiğini, yayın ilkeleri doğrultusunda sadece 1'ni yayımlayabildiklerini söylüyordu.
Peki ne demek istemiş olabilir bu yayıncı şimdi?
Fransa'dan iyi yazar çıkma ihtimalinin 10.000'de 1 olduğunu mu? Yayınevlerine yılda (ki bu günde 25-30 dosya anlamına geliyor) 10.000 dosya geldği için çok tercih edilen bir yayıncı olduklarını mı? Yoksa Fransa'da çok kitap yazıldığını mı?
Türkiye'de böyle bir rakam olsaydı eğer -ki kadrolara oranla hemen hemen aynı katsayıda Türk yayıncılarının da başlarının ağrıdığını söyleyebiliriz- kimileri eminiz bardağın "dolu" tarafını görür ve 9999 dosyaya gözünü dikerdi. Hem de o 9999'un gelişme, ilerleme şanslarının bulunduğunu, zamanla iddia ve hırslarını kazanıp yeteneklerini bileyebilme şansları olduklarını düşünmeden...
Ne yazılan her kitap yayınlanmak zorundadır ne de yayımlanan her kitap iyi olmak zorundadır.
Keşke Kültür Bakanlığı'nın diğer bakanlıklar gibi zorunlu standartları olabilse; kaldı ki aynı bakanlık nerdeyse bu anlama gelebilen bürokrasi duvarlarıyla da ünlü. Bu konuya da br başka yazımızda kesin olarak geleceğiz.

Orhan Pamuk bile beşinci kitabında istediği üne ulaştı.
Ve sanırım sekizincisinden sonra Nobel kazandı. Velhasıl onuncu kitabından sonra başlara dönmeye aday neredeyse...
Ama Orhan Pamuk asla kitaplarını kendi parasıyla bastırmadı. Ve birçok yazar da bu raddeye geldiklerinde yayıncılık yapmaya başladılar ve bir yazardan daha fazla kazandılar kendi kitaplarından doğal olarak.
Kültür tarihimizde, yazar ve yayıncının üstünlüğünden çeşit üstünlüğüne giden bir kitap sektörü dönemindeyiz ne yazık ki. Hemen her yayıncının her türlü kitabı ve yazarı var. 30 sene öncesinin ideolojik kırılmalarının ve kopuşlarının sonrasında yeniden kendini başlatan kitap yayıncılığında başrol yazar ve aydınlardaydı. Siyasi ve insani açıdan çok kötü bir dönem olmasına rağmen bu ağır dönemi Türk yazarı ve aydını fırsata çevirmesini bildi. Özgür olsun mahkum olsun çalıştılar çabaladılar, nefes ve damarlarında hissettikleri insanlık onurunun, kültürün kalbi olduğunun bilinciyle ürettiler, yarattılar... Ezilmediler, ezmediler... Bu 30 yıllık dönemden -hatta ona 22 yıl da diyebiliriz- çok büyük bir kültür potansiyeli ortaya çıkardılar. Çağdaş ve modern oldular, dünyayı anında anlamaya ve aktarmaya çalıştılar.
İşte kafekitap ve benzerleri bu dönemin taşıdığı anlamların sonucu ortaya çıktı. Kafekitap, son 10 yılda kültürümüzün başına geçirilmeye çalışılan sıradanlığın nimetlerini hiç mi hiç umursamıyor ve ondan asla yararlanmıyor.




Kafekitap hakkında
Destek

4 Kasım 2012 Pazar

Marquis de Sade - KARIMA MEKTUPLAR

Marquis de Sade - KARIMA MEKTUPLAR
1778-1779

Türkçesi: Gül Kutluğ







7–28 Eylül 1778

Canım, dün sana yazdığım mektuptan  sonra, daha detaylı bir tanesini daha yazmama izin verdiler; göreceğin gibi, ben de bu fırsattan uzun uzadıya yararlanacağım. Ama ne sen, ne bir başkası, bu mektubu okuduğunuzda benim için korkmayın; yaşadıklarımı ilk ve son defa ayrıntılarıyla yazacağım. Yaşananları anlatmanın veya bunlardan yakınmanın bana hiçbir faydası olmuyor; bu nedenle, sana mektuplarımı okuduğunda, bana da bu satırları yazdığım süreçte azap çektirmemeleri için, bundan böyle burada olanlardan hiç sana söz etmeyeceğim.
Burada gördüğüm muamele o kadar saçma, sağduyu ve hakkaniyet kurallarına öylesine ters, öylesine beni ve çocuklarımı yok etmeye çalışan bir düşmanın eliyle hazırlanmış ki. Düşman derken elbette anneni  kastetmiyorum: belki de hiçbir zaman onun bu kadar haklı olduğunu düşünmemiştim ve şu an bunun pişmanlığını yaşıyorum. Mektuplar, görüşler, ortaya çıkan entrikalar, konuşmalar, beş hafta süren hürriyetim; tüm bunlar, tek kelimeyle, gözümdeki esrar perdesini kaldırdı… Artık onu suçlamıyorum… Ama nasıl olur da, bu oyunu ortaya çıkartıp yapılanları engellemek için mümkün olan her yolu denemedi, onu anlamıyorum işte; kim bilir belki de bu davayı çocukların lehine, benim aleyhime halledecekmiş gibi görünenlerin oyununa gelmiştir. Kim bu safsatayla yetinip, yargılanmanın salt bir itibar meselesi olmadığını anlamaz? İtibarın yitirildiği yerde şerefin telafi edilebileceğine kim inanır? Artık iş öyle bir boyuta geldi ki, maruz kaldığım bunca aşağılanmadan sonra, yargılanmamış olmanın benim için çok daha iyi olduğunu söylemekte sakınca görmüyorum. Artık insanlar bu davadan bahsetmekten neredeyse vazgeçmişti, zamanla da unutulup gidecekti. Ama itiraf etmeliyim ki, tüm bunlar beni bu son yaşanan kepazelik kadar üzmedi... Ne keder, yüce Tanrım! Ne azap! Tüm ailemle kucaklaşmış, onların hayır dualarını almıştım; kurtulduğumu herkes duymuştu, davada cinayet unsuru olmadığı karara bağlanmış, kesin bir biçimde ceza almayacağım söylenmişti. Tüm bunlar olup bittikten sonra, evimden, çapulcu haydutlara bile gösterilmeyen öfke ve hırs dolu, kaba ve küstah bir muameleyle, elim kolum sımsıkı bağlı bir halde, masumiyetimin ve tutukluluğumun kalktığının herkese ilan edildiği meydanlar boyunca, tüm şehrin sokaklarında yerlerde sürüklenerek götürüldüm. Söyle bana sevgili dostum, bu insanlar, sırf itibarımı yok etmek için bana bu şekilde davranacaklarına, kolay yoldan bir emirle evimde beynimi dağıttırsalardı, bundan bin kere daha iyi olmaz mıydı?.. Ah! Bunu ne çok isterdim, hem böylesi ailemizin şerefi için de iyi olurdu! Ama ne diyebilirim? Böyle davranmış olmaları, benim için olduğu kadar aslında beni yargılayanlar için de küçük düşürücü: suçluysam beni mahkûm etmeleri gerekliydi; mahkûm etmeyip, suçlu olmadığımı düşündüklerine göre, sonrasında da beni cezalandırmamaları lazımdı. Adaletin önüne çıktığımda, sanki mutlu yuvamdan mı çıkıp oraya gitmiştim? Bana yasal olarak yöneltilen tek suçlama fuhuş yapmamdı, peki bunun bedelini, on altı ay boyunca yaşadığım zorlu esaret süresince ödediğim yetmemiş miydi?
Bana böyle davranarak, insan haklarının tümünü ihlal etmeye cüret eden bu kişiler, kendilerini nasıl temize çıkartacaklar? Beş yıl boyunca gıyabımda uydurdukları iftiraları tekrar kullanıp beni yeniden mi karalayacaklar? Bunu yaparken en azından adaletten uzaklaşmasalar bari; olayı iyice araştırıp beni dinlemeden ceza vermeseler ne iyi olur. Bu süre içinde edindiğim onca yeni düşmanı unutmamın imkânı yok. Bir daha belimi doğrultamayayım diye ne çok kişi elinden geleni ardına koymadı! Özellikle yine bu aynı on altı ay boyunca, ne tuzaklar kuruldu, ne sahte raporlar düzenlendi! Tüm bunlar bir kenara konulup, sorgulamam yeniden yapılsa, tanıklar dinlense, kısacası hukuka uygun davranılsa, yalan  iddiaların tümü ortaya çıkacak. Tek kelimeyle, yemin ve iddia ediyorum ki, tek suçum, serbest bırakılacağına asılması gereken bu alçağa  beş yıl boyunca haddinden fazla güvenmem oldu. Ama istendiği zaman, suçsuz olduğumu belgelerle ispatlayacağım, çünkü tüm bu olayları ancak ben açıklığa kavuşturabilirim. Alın yazım, boşboğazlığım, hak etmeyen insanlara karşı gösterdiğim aşırı zafiyet ve güven, coşkuyla yazılmış mektuplarım, düşünmeden yapılan sohbetler siz ne demek istediğimi anlarsınız; kabul etmeliyim ki tüm bunlar yanlış tanınmama sebep oldu. Düşmanlarım da bu durumu aleyhime kullanınca sonuç ortada; temelde herkes benim böyle biri olduğuma inanıyor ve bana ona göre davranıyor. Neyse bundan daha fazla bahsetmeyelim; insanlık hala ölmediyse, gerçek ortaya çıkar ve savunmamı yapmadan beni mahkûm etmezler: Tüm isteğim bu.
Şüphesiz hiçbir şey Gaufridy davasının bende uyandırdığı tiksinti kadar büyük olamaz. Size durumu yazı ile bildirmiştim ama siz ve anneniz bu kalleşin yaptıklarıyla ilgili körleştiğiniz için, bana cevap bile vermeye tenezzül etmediniz. Sadece kendisinin sahip olduğu bu bilgiyle el atından para almış olabilir, bunu anlıyorum, peki ama bunu suiistimal edip tüm şehre yayması mı lazımdı? Kendisine, “Çok ileri gidiyorsunuz, size güvenen birine daha saygılı davranmalısınız” denildiğinde “Hayır, hayır, ben ne yaptığımı biliyorum” diyerek mi cevap vermesi gerekirdi? Sonrasında “Ama beyefendi, hepimiz gördük bunu… olay falanca yerde, herkesin gözü önünde olmuştu…” denildiğinde ise, işleri kendi arzusuna göre idare etmek isteyen, gözü dönmüş bir alçak gibi, bana küfürlerle mi saldırması lazımdı? Aldığı bin sekiz yüz liralık rüşvete karşılık, yıllık kira gelirlerinden bana dört yüz lira kaybettirdiğini o zaman öğrendim. Bu adam bir alçak; bunu ispatlamak için elimdeki ilk delil, Nanon’un serbest bırakıldığı zaman La Coste’a gelip kaledekilerden birine anlattıkları; ihtiyaç durumunda bunlar ilgililere kelimesi kelimesine aktarılacak:
“- Efendim… Beyefendiyle görüşmek istiyorum! …
 - Ne sebeple?
 - Ona, kendini Bay Gaufridy’den koruması gerektiğini söylemem lazım: beni korkutmak için yapmadığı kalmadı. Bana, intikamını al, al ondan intikamını, diyordu; seni hapse attıran o: sen sadece olayların şöyle şöyle geçtiğini anlat, ona dünyayı zindan etmek için kalanını biz hallederiz…”
İşte bakın canavar ruhlu bu adam nasıl davranıyor ve kayınvalidemin güvenini nasıl kötüye kullanıyor. Bana karşı çevirdiği dolaplarla ilgili ikinci kanıtım ise, Tanrıya şükürler olsun ki, sakladığım imzalı bir belge; Marsilya’dan gelen bu belgede, bana karşı kurulan tuzaklarla ilgili tüm planlar bulunuyor. Üçüncü kanıtım ise kanlı-canlı. Bunu gerçekten yapabilirim: iki yıl zarfında benim yaşamımı görenler, lehimde tanıklık edecekler; hepsi hala aynı yerde oturuyor; beş haftalık hürriyetim süresince kendileriyle haberleştim, ihtiyaç halinde tanıklık yapacaklarını söylediler; en büyük yemini ediyorum ki, tüm gerçekleri ortaya çıkararak, bu davayı bitireceğim.
Başıma gelen talihsiz olaydan da biraz bahsetmek istiyorum ama önce size bir sitemde bulunmam lazım. Saldırılar Paris’ten geldi biliyorsunuz; oysa siz bana Paris’in sakin olduğunu, yalnızca Aix’in tehlikeli olduğunu bildirdiniz; ben de bu taraftan emin olduğum için, sayenizde güvenli bir yerdeydim. Niyetlendiğim İtalya yolculuğuna devam edip edemeyeceğimi sorduğumda, bana devam edebileceğimi söylediniz ve ihtiyacım olan evrakları yolladınız. Beni korumak adına her şeyi yaptınız: bu durumda güvenliğimi borçlu olduğum tek kişi de sizsiniz; gönderdiğiniz dört ve beş numaralı, yirmi beşinde elime geçen mektuplara göre, yalnızca yirmi beş ve yirmi altısı gecesi evde kaldım. Mektuplarınızdan vekâlet ettiğim toprakların(2)  satıldığını öğrenince şaşkına döndüm; bana hazırlanan korkunç saldırının arifesinde aldığım böylesi korkunç bir haberi anlamakta zorluk çekiyordum; yatağımda bir yandan kederleniyor, diğer yandan emniyette olduğumu düşünüyordum. Bu minik sitemle size yüklenmeye çalıştığımı zannetmeyin. Bu konuyla ilgili sizi asla suçlayamam; bunun yerine bin kere ölmeyi yeğlerim. Bu meselede annenizin parmağı olduğundan şüphelenmek de hiç aklıma gelmedi; sizden ısrarla bunu annenize bu şekilde söylemenizi rica ediyorum, en içten duygularla bu saldırının ikinizden de habersiz hazırlandığına inandığıma yemin ederim.
Bu uğursuz hadisenin detaylarına gelmeden evvel, size ikinci bir sitemim daha olacak. Benim ve sizin oradaki arkadaşlarımız arasından dürüst olanları iyi kullanamadınız; insanın başkasına ihtiyacı olduğunda doğru kişiyi seçmesi gerekir. Piskoposluk meclisi üyesi, sizden çok şikâyetçi; Paris’te yapmanızı istediği basit bir iş için ona tuhaf mektuplar yazmışsınız. Herkes iltifattan anlamaz; eğer iltifat edecekseniz, bunu arkadaşlara, hatta daha da ileri giderek samimi dostlara yapmak gerektiğini söylemeliyim. Bayan Rousset’ye  de aynı şekilde davranmışsınız; kendisi bize hala son derece sadık ve bu son olayda olduğu gibi, her fırsatta da benim için fedakârlıklara devam ediyor: bir araya geldiğimizde bunu konuşalım. Kendisine Hanımefendi diye hitap ederek, abuk sabuk mektuplar yazmışsınız; oysaki o size yazdığı mektuplarda, size karşı daima çok saygılı olmuştur. Bir gün, onu, sizin ona karşı davranışlarınıza içerlemiş, ağlarken buldum; üstelik kaleden hiç ayrılmamacasına, elinden gelen hiçbir yardımı esirgemeden, bana hizmetçim Gothon’un  olmadığı sırada, onu aratmayacak kadar iyi hizmet ettiği bir dönemde. La Coste’ta kaldığım süre boyunca beni bir an olsun yalnız bırakmadı ve bana gerçekten çok yardımcı oldu. Artık Bayan Rousset ve piskoposluk kurulu üyesini sevmiyor oluşunuz, Gaufridy’nin alçaklıklarını ortaya çıkarmamda bana yardımcı olmalarına bağlı olabilir mi? Bu işten ne gibi bir çıkarları olduğunu sanıyorsunuz? Birkaç mektubunuzda şüphelerinizden bahsetmiştiniz ama yanıldınız. Bana karşı besledikleri gerçek dostluk ve Gaufridy’nin davranışının sebep olduğu La Coste’taki rezalet, onların daha çok çabalamalarına neden oldu. İkisinin de bu işten hiçbir çıkarının olmadığı apaçık ortada, ikisi de ayrı ayrı bana biraz sabretmemi, bu canavarla hiçbir kavgaya girişmememi ve hepsinden önemlisi onun yerine kesinlikle başka birisini tutmamam gerektiğini, topraklarım zaten hali hazırda kiraya verilmiş olduğundan yardımcıya ihtiyacım olmadığını söylediler. Görüyorsunuz, ikisinin de kesinlikle bu taraklarda bezi yok ve ne kendileri ne de yakınları için hiçbir çıkarları yok. Ama belki bu noktada bana Gaufridy’nin Aix’te iyi iş çıkardığını söyleyebilirsiniz… Oyuna gelmeyin: birçok kişinin gözü üstündeyken yanlış işler yapması mümkün değildi; o beş kızla  birlikte kurduğu tuzakla elinden geleni ardına koymadığını ispatladı, daha kötüsünü yapmamasının tek sebebi ise elinden daha fazlasının gelmiyor oluşuydu. Kurulan tuzağı burada detaylarıyla anlatmaya kalksam çok uzun sürer. Kabaca olay şöyle: kızlardan en namuslu ve bize en yararlı olanına çok kötü muamele etti, buna karşılık, ifadesinde, trajik şeyler yaşadığını ve her şeyini kaybettiğini söyleyen yalancıyı ise hoş tutup, paraya boğdu; kızın bu ifadesi de görevlinin kafasını karıştırdı. Zaten eğer bu adam zannettiğim gibi benim gerçek dostum olsa ve açık yürekli davransa, ondan istenenlere boyun eğer miydi? Bunun yerine o tam tersini yaptı. Kaçma   planımın bir bölümünü Bay de La Tour’a  duyurdu, işlerimle ilgilenmeye razı olan Ripert’i  ise kararından vazgeçirdi (adı geçen Ripert herkesin önünde açıkça bu durumu doğruladı). Sonuç olarak, o ve arkadaşı Reinaud’nun  bütün çabası, kira gelirlerimden bana sadece on iki altın vermekten ibaretti; arkadaşı da en az onun kadar kötü ve senden çok rica ediyorum, artık ona daha fazla hiçbir şey verme. Üstelik bu namussuz dolandırıcılar, bana verecekleri parayı da, sana ait olan bir hesaptan almak istediler. Bana daha fazla para vermiş olsalardı, ki Bay de La Tour, Gaufridy’ye istediği kadar parayı yolladığı için bunu yapabilirdi, neyse bana daha fazla para vermiş olsalardı diyordum, Floransa’ya gidebilecektim. Niyetim buydu ve bunu yapabilmiş olsam bugün burada olmazdım. Evime gidebilsem zararımı telafi edebilirdim, bundan eminim; benim dışımda herkes bunu başardı. Kira sözleşmelerimin yenilenme zamanıydı: topraklarımı kiralayan çiftçileri teker teker ziyaret edip, kontratları üçte bir zararına bile yenileseydim, çok para kazanacaktım. Tekrar ediyorum, benim dışımda herkes bunu yaptı; her zaman iyi niyetimin kurbanı oldum, bunu yaparken amacım işleri bozmak değil, maddi durumumuzu düzlüğe çıkartmaktı. Bunu yapmaya hiç o zamanki kadar ihtiyaç olmamıştı, benim için en kritik zamanlardı… Ama işte nasıl ödüllendirildiğim ortada.
Sana anlatacağıma söz verdiğim ayrıntılara gelirsek… - 19 Ağustos’ta, akşamüzeri, papaz efendi ve Bayan Rousset ile bahçede sakin sakin dolaşıyorduk; küçük koruluktan gelen telaşlı ayak seslerini duyunca ürktüm. Birçok defa kim var orada diye seslendim ama cevap veren olmadı. Sesin geldiği tarafa yürüdüğümde, çakır keyif nöbetçi Sambuc’ü gördüm, endişe ve korku dolu bir havayla beni bir an önce başından savmak istediğinden olmalı, meyhanenin şüpheli adamlarla dolduğunu söyledi. Bayan Rousset, işin aslını öğrenmeye gitti; bir saat kadar sonra geri döndüğünde, bizimle yakınlık kurmakla görevli bu iki casusun söylediklerine kanıp, ipek satıcısı olduklarını söyleyen bu adamların gerçeği söyledikleri konusunda hayatı üzerine bahse gireceğini, kesinlikle korkacak bir durum olmadığını söyledi. Orada sen olsaydın, bu oyuna gelmezdin, çünkü içlerinden biri, senin yanındayken  beni tutuklamaya gelen gruptaki adamlardan biriydi. Senin yanımda olmanı istemekte haksız değildim. La Coste kalesinde seninleyken başıma kötü hiçbir şey gelmemişti. Anlatılanlar içimi rahatlatmamıştı, huzursuzdum, hemen aynı gece buradan ayrılıp, piskoposluk meclisi üyesinin yanına sığındım. Bayan Rousset benimle ilgilenmeye devam ediyordu, tüm gelişmelerden haberdar olmam için günde iki kere özel ulak gönderiyordu. Gelişmeler kötüye gittiğinden, Oppède’den ayrılıp bir mil kadar uzakta bulunan bir samanlığa sığındım. Düzelen hiçbir şey yoktu. Apt’ta kimin açıkça konuştuğunu biliyorsun; her şeye rağmen sanki benim dışımda, benden daha kuvvetli bir el beni kaderime doğru itiyordu; insanın kaderinden kaçamayacağı ne kadar da doğru. Yirmi üçü pazar günü öylesine güçlü bir huzursuzluğa düştüm ki, dayanılması zor bu durumda, özgürlüğümün sonunun geldiğini kimse fark etmedi. Piskoposluk kurulu üyesinin yanıma verdiği görevli, durumumdan korkup, koşarak kurul üyesine haber verdi. O da hemen yanıma geldi.
“ – Ama neyiniz var?
- Hiçbir şeyim yok ama buradan gitmek istiyorum.
- Burada rahat değil misiniz?
- Rahatım ama gitmek istiyorum.
- Peki, nereye gitmek istiyorsunuz?
- Evime.
- Siz delirmişsiniz, sizinle birlikte gelmem imkânsız.
- Buna mecbur değilsiniz, yalnız başıma gidebilirim.
- Çok rica ediyorum, iyi düşünün.
- İyice düşündüm, eve gitmek istiyorum.
- İçinde bulunduğunuz tehlikeyi görmezden mi geliyorsunuz? Sizin için yazılanları biliyorsunuz! …
- Tamam, tamam, tüm bunlar hikâye: hiçbir tehlike yok, hadi yola çıkalım.
- Ama hiç olmazsa dört gün bekleyelim (Ne yazık, küçük şeytan kaç gün sabretmem gerektiğini tam olarak söylemişti!).
- Size kalmak istemediğimi söyledim, gitmek istiyorum.”
Sonunda bana eşlik etmeye karar verdi. Eve vardık. Biraz dinlenebileyim diye, ihtiyatsız davrandığımı açıkça yüzüme vurmadı. Ertesi gün, sığınağıma dönmem konusunda baskı yaptı. Ama ben kalmakta ısrar ettim. Yirmi beşinde yazdığınız mektup elime geçmişti. Güvendeydim, yirmi altısında sabah saat dörtte, Gothon, çıplak ve telaşlı bir halde odama daldı (yazlık odadaydım), “Kaçın! ...” diye bağırıyordu. Yataktan nasıl fırladığımı bilmiyorum! Üstümde sadece iç çamaşırlarımla, gidebildiğim yere kadar kaçtım. Buradaki odanın hazırlanması için daha önce emir vermiştim ama bir hazırlık görmeyince, Marchais’nin odasına girdim (o zamandan beri Brun’ün odası deniyor). Kapıyı içeriden kilitledim; bir dakika geçmemişti ki merdivenlerde sesler duydum; bir an bunların beni boğazlamaya gelen hırsızlar olduğunu düşündüm. “Öldürelim! Yakalım! Soyalım!” diye bağırıyorlardı, bir dakika içinde kapı kırıldı ve aynı anda on tane adam üstüme çullandı; kimi göğsüme kılıcını, kimiyse suratıma silahını dayamıştı. O anda Bay Marais(1), bana karşı iğrenç küfürlerini yağdırmaya başladı; beni bağladılar; o andan itibaren Valence’a gidene kadar geçen süre zarfında, bu adamın ne küfürleri ne de bana karşı kötü muamelesi bitmek tükenmek bilmedi. Sana yine ayrıntılardan bahsetmeyeceğim. Sevdiğin adamı aşağıladılar, bense bunları sana anlatacağıma susmayı yeğliyorum. Cavaillon’da bütün şehir, Avignon’da ise hemen hemen üç yüz kişi bizi bekliyordu; orada bana en çok acı veren şey, Saint-Laurent’da başrahibe olan ve şu an ölüm döşeğinde bulunan zavallı teyzemle tamı tamına aynı durumda olmamdı. Kuzenime kurtuluşumla ilgili iltifatlar, tebriklerle dolu bir mektup yazdırıp bana yollamıştı. Ne zafer ama! Belki de bu mektup onun hayatına mal oldu… Senden ona ve Cavaillon’daki teyzeme, durumumu anlatan mektuplar yazmanı rica ediyorum; sen de bana onlar hakkında bilgi verirsin. – İşte canım, bana nasıl muamele edildiğini görüyorsun.
Annenin yazdıklarından hareketle, hapishaneye gideceğime inandığımda, en azından orada güvende olacağımı, rahatlayacağımı düşünmüştüm. Oysa burada önceden sahip olduğum imkânların dörtte birine bile sahip değilim. Hücremi değiştirdiler, beni öyle bir yere koydular ki orada boğulacak gibi oluyorum, hava almayan bir yer, kışın ısınmak için burada ateş yakmam imkânsız. Beni hiç rahat bırakmıyorlar, yapmak istediklerimi engelliyorlar; verdikleri berbat yemekler ve öğünlerin sürekli farklı saatlerde olması midemi ağrıtıyor. Tek kelimeyle, beni işe yaramayan biri gibi fırlatıp atmak istiyorlar. Artık toprağım da yok, zaten varlığımın onlar için ne önemi var ki! Bahtsız kaderimle ilgili onlar da böyle düşünüyor olmalı, artık bana düşen kederden ölmek. Eğer manastıra   nakil olmak istersem bunun mümkün olduğunu zaten bana daha önceden söylemiştin. Bunu tüm kalbimle yalvararak istiyorum; eğer sen de istersen, orada hiç olmazsa seni görebilirim, daha iyi beslenirim, ihtiyacım olan birkaç parça eşyayı alırım. Eğer para işe yararsa, benim için buraya ödenen paradan bir kuruş daha fazla istemiyorum, bu parayla sarayda olacağıma istediğim bir hapishanede olsam eminim şu anki durumumdan kat kat daha iyi olur. Senden bu konuda annenden yardım istemeni rica ediyorum. Eğer bunu isterse, eminim yaptırabilir. Ayrıca ben de Bay Le Noir’a  rica edeceğim; bunları bir anlık öfkeyle söylemediğimi ispat etmek için de, yazmama izin verilecek her mektupta tekrar tekrar dile getireceğim.
La Coste kalesindeyken bana gönderdiğin bir mektupta, kaçmakla ne kadar iyi ettiğimi, eğer hapse geri dönersem en az bir yıl yatacağımı, sürgüne gideceğimi, hatta bunun üç yıla kadar uzayabileceğini yazmıştın. Mademki ne kadar kalacağım belli, söylediklerinden hangisi? Mademki bu mesele, hakkımda açılan önceki davanın devamı, bunu bana söylemeleri lazım. Israrla bunun bana bildirilmesini istiyorum. Buna karşı çıkacak hiçbir mantık olamaz. Bu korkunç belirsizlik beni öylesine bir kedere sevk ediyor ki hiçbir düşünce beni bu durumdan çıkartamaz. Beni bu durumdan kurtarmanız için sana ve annene yalvarıyorum; sizden istediğim tek teselli şu: bana bu iyiliği bağışlayacak mısınız?
Canım, topraklarımı kaybetmenin bende yarattığı elemi umarım tahmin etmişsindir. Yapmadığım şeylerle suçlandığım korkunç planların sonucunda işte hapisteyim! Toprakların hepsi gerçekten satıldı mı yoksa teminat  olarak mı verildiler? Hiç olmazsa bu konuda bilgi ver. İtiraf etmeliyim ki, ilk bu toprakların Bay d’Evry’ye verileceğini duyduğumda, bu işte annenin parmağı olabileceğinden şüphelendim. Zamanında kralın benim aileme emanet ettiği toprakları şimdi kendi sülalesine devretmek istemesi adil değil. Toprakların benim ailemden birine verildiğini duyduğumdan beri, çocuklarım lehine bazı düzenlemeler yapıldığını hissettim. Ama bu durum, bu sefil herife karşı duyduğum nefreti hafifletmiyor. Son yazdığın mektuplardan birinde, bu evin satışıyla ilgili duyduğun sevinci belirtmiştin ama izninle bu adamın tüm bu olayların müsebbibi olan kalpsiz ve duygusuz biri olduğuna inandığımı söylememe izin ver; kendisiyle ilgili duyduğum nefreti ona da yazılı olarak ilettim. Tıpkı akbabalar gibi, zor durumda olan kuzeninin mallarını yağmalamaya cüret ediyor; yaşadığım sürece, o ve yakınları için hep tiksinti duyacağım.
Üstelik mektuplarındaki üstü kapalı kimi cümleler ve annenin ne niyetle gönderdiğini anlamadığım mektubu, - çünkü konu siz olunca hep tahminlerde bulunmak lazım: açık yüreklilik ve net olmak sizin bilmediğiniz erdemler-, beni, annenin benim mallarımla ilgili bir oyun hazırlığında olduğuna inandırdı. Annen, vekâlet ettiğim toprakları benim onayım olmadan satabildiği gibi, topraklarımı da istediği gibi satabileceğini ve her şeyi kendininmiş gibi yönetebileceğini zannetti herhalde. Onun yanlış yapmayacağına inanıyorum, hatta yapacağı her değişiklikte kazananın yine ben olacağımdan da adım gibi eminim: ama yine de şunu iyice aklına soksun ki ben ne La Coste ne Saumane ne de Mazan’ı  kaybetmek istemiyorum. Kesinlikle buna karşı çıkıyorum ve daima karşı çıkacağım; eğer bu topraklar birine satılırsa, özgürlüğüme tekrar kavuşur kavuşmaz yapacağım ilk şey, topraklarımı geri almak için, o kişilere karşı dava açmak olacaktır. Bu üç şeyle oyun oynamamasını rica ediyorum, ne bahane uydurursa uydursun, bu toprakları kesinlikle elden çıkartmak istemiyorum. İstiyorsa Arle’ı satsın; vergiler ve bu satışın geliriyle ne isterse yapsın. Ama kalanını ellemesin. Yaparsa, buna daima karşı çıkacağımı bilsin. Sana bundan sonra göndereceğim ilk mektupta, bunları satmak yerine, mevcut durumda kira sözleşmelerinin yenilenmesiyle ilgili neler yapılabileceğini yazacağım.

21 Ekim 2012 Pazar

Kadınlar ve Astroloji



2. Kadın astrolog ayrımı yetenek ve duyuş anlamında gerçekten var mıdır?

Astroloji sezgisi denilen şeyin cinsiyetle bir alakası olduğunu düşünmüyorum aslında. Bilgiyi sezgiyle birleştirebilmek kişiye özel bir yetenektir. Ve beyninin iki tarafını eşit kullanan kişiler bunu rahatça başarır. Sezgi dişil yönümüze ait olduğu için kadınların kendiliğinden bu alana kaymasında şaşılacak bir durum da yoktur. Avusturalyalı kadın Astrolog Bernadette Brady,  The Eagle and the Lark ( Kartal ve Tarlakuşu) isimli çığır açan kitabında  bilgi ve sezginin daima beraber gitmesi gerektiği vurgular..Astrolojide tekniği temsil eden  kartal ile  sezgiyi temsil eden tarla kuşu benzetmesi bunun için vardır. Kısacası astrologlar harita yorumlamak ve geleceği görmek için ya çok iyi bir kartala ya da çok iyi bir tarla kuşuna ihtiyaç duyarlar. İkisini dengelemek ideal yorumu getirir.

3. Kadınların geleceğe dair eğilimleri hem merak hem de bilgi anlamında onların farklı bedensel/zihinsel özelliklerinin mi belirtisidir sizce?

Yine yukarıdaki konuyu tekrarlamış oluyoruz aslında. Bu cinsel kimlikle ilgili değildir bence Tarihe bakacak olursak birçok antik ve modern bilim adamının ve tabii bilim kadınının aynı zamanda astrolog olduğunu gözleriz. Çünkü astroloji farklı ve göksel bir bakış açısıdır. Deneysel tedavilerin yıllarca teşhis edemediği ruhsal ve fiziksel rahatsızlıklar, astrolojik bakışla kolayca açığa çıkabilir. Ben bunu kendi danışanlarımdan birçoğunda ciddi olarak gözlemledim. Bir tanesi yıllarca tedavi gördüğü halde ağır depresyon yaşayan bir kadındı. Haritada depresyon kaynağı olabilecek çok kötücül bir açı kalıbının varlığını gördüm ve ona küçüklüğünde yaşamış olacağı bir travmayla ilgili sorular sordum. Aslında o açı kalıbı olayın saldırı olabileceğiyle ilgili fikir ve sezgi vermişti bana. Nitekim aile içi ensest ve tecavüz vakasının varlığı ve 10 yıl boyunca psikiyatrik tedavi almasına rağmen bastırılmış bir öfke o gün açığa çıktı. Danışanım o günden bir süre sonra evlendi ve cinsellikle ilgili korkularının bir kısmının üstesinden geldi. Bu şifalandırıcı bir etkiydi. Ama tabii ki biz travma tedavi etmiyoruz, amacımız bilgi vermek ve önümüzdeki yolun engellerini ve geçmişteki kilit noktaları aydınlatmak. Atalardan aldığımız genetik mirasın tanımlanmasına kadar astroloji çok ciddi bir bilgi kaynağıdır..Sadece gelecek yorumu için kullanma eğilimi astrolojinin fal ile karıştırılmasına ve gözden düşmesine yol açıyor maalesef. Çünkü kişiler şimdiye değil daima geleceğe odaklı yaşıyor ..Oysa yarını yaratan bugündür ve bugünün sıkıntısı geçmişle ilgilidir. Önce kaynağı görmek ve hayata holistik bir bakış açısıyla bakmak lazım.

4. Geleceği yapmak için hayat boyu uğraşırken, çalışır çabalarken neden onu bir de hiç uğraşmıyormuş gibi önceden bilmek istiyoruz?

Bu insanın tembel ve kolaycı yapısına ait bir durum. Kadercilik ve hazırlop gelecek vaatleri insanın içindeki korku ve endişeyi azaltıyor ama bu bilgi değil atmasyonla yapılırsa sadece altyapısız bir vaat olarak havada kalıyor. İnsan yapısı gereği hep iyi şeyler duymaya kötüyü reddetmeye eğilimlidir. Öteki türlü yorumu yapan kişi felaket tellalı olarak adlandırılır.Ancak kehanetin genelde iyilikten çok kötülük içermesi daha kolay bir yaklaşımdır. Korku en güçlü enerjilerden biri olduğundan birini yada bir toplumu korkuya sokup felakete yönlendirmek de çok kolaydır. Bu şekilde değil kişiyi kitleleri bile yönlendirmek mümkündür. Nitekim dünyanın şu andaki hali nasıl yönetildiğimizi gösteriyor. Ancak bilgi karanlığı aydınlatabilir dogmalar veya kurallar değil. Ama bilginin de vicdan ve sevgiyle ve özgür iradeye müdahale edilmeden verilmesi gerekir. Astrolojinin etiği de bunu içerir.. Her şey zaten önceden yazıldıysa biz kukladan yada robottan başka bir şey değiliz demektir. Ancak kadersel bir planın parçası olsak bile bazı şeyleri değiştirmekle yükümlüyüz. Astroloji geçmiş yaşamlara, ruhun yolculuğuna ve atalar genetiğine ışık tutan bir bilgi olduğundan hangi şartlarla dünya üstünde olduğumuzu bilmek ve ona göre hareket etmek şansı bize verilmiştir. Gene de bu da kişinin ruhsal kapasitesiyle ilgilidir. Birçok astrolog arkadaşım astrolojiyi öğrenirken konuyu hatırladıklarını da söyler keza ben de bu bilgiyi hatırladığımı biliyorum mesela. Konu geleceği bilmek değil büyük planı görmek, yetenekleri zamanında kullanmak ve zamanın kalitesini değerlendirmekle ilgilidir kısaca..ç

DEVAMI
http://shop.kafekitap.com/urun/308/kadinlar-ve-astroloji

4 Ekim 2012 Perşembe

"Ağıza giren şey insanı kirletmez, fakat ağızdan çıkan şeydir ki insanı kirletir."


Dolu Ağız - triloji

Halil Gökhan'ın 1999-2006 arasında yayımlanan DOLU AĞIZ adlı trilojisi, karakterleri aynı, mekan ve atmosferleri farklı bir roman üçlemesi.
İlk roman yazarın aynı zamanda ilk romanı: YEDİNCİ...
Nedim Gürsel'in deyişiyle "sürrealist etkilerde olan özgün bir roman" olan YEDİNCİ ilk yayımlandığında, yeni roman ve romancıların nispeten az olduğu kitap dünyasında okur ve medyalar tarafından çok ilgiyle karşılandı. Trilojiye verilen 5 yıllık arada Türk romanı belirgin derecede yükseliş gösterdi, yeni ve çok okunan yazarlara kavuştu.
2004'te yayımlanan serinin ikinci romanı DOLU AĞIZ, bir önceki romandaki ana karakterin ya karakter olarak ortaya çıktığı bir yapıt. Bu kitabın ana karakteri ise sonraki romanda karşımıza yani karakter olarak çıkıyor...

***

YEDİNCİ

Halil Gökhan alıştığımız anlamda bir roman yazmamış. Hatta Yedinci'yi bir roman olarak nitelendiremeyiz sanıyorum. Her cümlede bir şair edası, yazdığına kendisi de şaşıran, okurla olduğu kadar kendiyle de alay edebilen bir haşarı çocuk var. Ama ne yaptığını, nereye varmak istediğini bilen bir çocuk. Halil Gökhan'ın, Aragon'un gerçeküstücü döneminde yazdığı anlatılardan, özellikle de Anicet'den etkilendiği, Kafka, Ionesco vb. gibi yazarların izinden gittiği de öne sürülebilir. İroniyi de, bu ustalar gibi, kitabın odağına yerleştirmiş. Yine de bana kalırsa, bu görünür etkilere rağmen özgün bir yolda ilerliyor yazar.
(...)
Edebiyatımızda benzeri olmayan kendine özgü bir kitap Yedinci. Gerçeküstücü anlayıştan kaynaklanan bir üstmetin gibi de okunabilir. Hatta böyle okunması gerekir diye düşünüyorum. NEDİM GÜRSEL

 
DOLU AĞIZ

İstanbul'da 20. yüzyıl sonları... Karanlık ve loş bir modaevinde, ünlü modacı Leon Ziya'nın kadın misafiri ile baş başa konuşarak geçen on "günah dolu" gün. Leon Ziya Şehzade, anne bağımlısı, kadınlarla - ve erkeklerle de - arası hiç iyi olmamış yetişkin bir erkek. "Kara sinemacı" Alev İpek, ağzı kötülüklerle dolu bir kadın karakter. Ağzıyla işlediği her türlü günahtan kurtulmak için bir gün celladının kapısını çalıyor. Halil Gökhan, ilk romanı Yedinci (1999) ile başladığı başarılı romancılığına Dolu Ağız ile devam ediyor. Moda, tarih, felsefe, kutsallık, psikanaliz ve kriminoloji kavramlarının bir araya geldiği bu "suç-ceza derece "saldırgan" bir tarzla yargılanıyor. Bir kutsal kitapta yazıldığı gibi: "Ağıza giren şey insanı kirletmez, fakat ağızdan çıkan şeydir ki insanı kirletir."

YENİ SEVGİLİ

Yeni Sevgili, bir aşktan öte hayatın romanı… “Eski sevgilinin tadı bir başkadır. Isırılmış bir elmayı ikinci kez dişlediğinizde, elmanın daha önce koparılmış yeri havayla temas eder ve elma hızla içine doğru çürümeye başlar. Bu çürüme daha yumuşak bir tat oluşturur kendi üzerinde. Giderek güzelleşen tat, çürümeye borçludur bu güzelleşmeyi. Eski sevgilide ölmüş olan sevgilinin kendisidir. Bu ölüm onu daha da tatlılaştırır.” Yazar, gazeteci Ali Sabah, aynı işyerinde çalıştığı ve uzaktan âşık olduğu Lale Sakin’i medyanın geçirdiği ekonomik kriz döneminde, beklenmedik bir işten çıkarılma sonucu ansızın kaybeder. Şehrin bunalımlı geceleri, sert ve şiddetli gündüzleri arasında, bitmeyen aşk ateşi içinde onu aramayı sürdürür. Bu sırada rastlantılar sonucu, hayatın yakıcı ve zevkli yanlarını yaşamaya başlar: Yeni kadınlar, işler, kişiler ve hayatlar… Ve bu rastlantılar platonik aşkı arayışının bahanesinin üstünü örtercesine şiddetlenir. Bir süre sonra artık arayışın kendisinden başka Ali Sabah’ı sürükleyen, ayakta tutan bir şey kalmaz. Aşk, arayışın kendisine indirgenmiştir. Lale Sakin artık bir arayış idolünden ibarettir. Kadın ve aşk nesnesi olarak geçerliliğini yitirmiştir neredeyse. Fransız yazar Marguerite Duras’ın 1984’te Goncourt ödülü kazanan ve Jean-Jacques Annaud tarafından sinemaya uyarlanan Sevgili romanından izler, esintiler var Yeni Sevgili’de. Kutsal kitaplar dâhil olmak üzere hiçbir yeni kitabın tek başına ortaya çıkmadığını ileri süren Halil Gökhan Yeni Sevgili’yi yirmili yaşlarında yazar idolü saydığı Duras’a -onun ölümünün onuncu yılında (3 Mart 1996)- bir saygı ve anma vesilesi olarak değerlendiriyor.

28 Eylül 2012 Cuma

Yaşayan Aşk Şiirleri



Abbas Karakaya

SENİNLE BİR GÜN BİR GÜLE

gökyüzü benim de şemsiyemdir tanığım olsun
toprakla, ölümlerle, yolculuklarla aynı yaştayım

güneşle uyanıyorum, geceye de borcum var
kayalıklara tünemiş kartalların kalbiyle aynı yaştayım
ilk yalnızlıklardan aldım, sesim vadilerde şimdi   
meğer kendi küllerinden doğuyormuş gökler de    
seni haklı çıkarmak için çektirdim bunca yıl fotoğraf
ağaçların oralardan geçtim, konuştum onlarla
gövdeleri tanık, yaprakları da gördü beni

bunca yıl çektirdimse fotoğraf, -gökyüzü şemsiyemdir tanığım olsun-
yüzünü bana dön diyedir, bunca yıl belki de seni bulmak için
çektirip durdum fotoğraf

yüreğime en yakın sensin, bunu artık anladım
adınla başlayan, adınla anılan her şeymiş, bunu anladım
yoktur ki zaten ama değil mi aşkta geç kalmak
içimdeki anka aslında senmişsin bunu o gece anladım

bana seni bulduran bu kalp kayalıklarda dinlenen kartallarla aynı yaştadır
beni sana getiren bu kalp birazdan havalanacak kartallarla aynı yaştadır
beni buralara getiren kalp simurg ile aynı, külleriyle aynı...
gün ışığıyla kardeştir, geceyle akran

küllerinden doğan gökyüzü ile aynı yaştadır anladım.

kuyu da havuz da bir kaynaktan alır suyunu 
azar azar dolmak seninle bir gün bir güle dönüşüp taşabilmek içindir 

28-29 Haz. 12 Lawrence-KS


Arzu Arabacıoğlu

NİSAN 2011

Aylar sonra görünce anladım,
Sana hayır dediğim günler için
Ne kadar pişman olduğumu.
Nereden bilebilirdim ki,
Bu kadar özlemiş olacağımı.
O nasıl sarılmak, koklamak saclarımı,
O nasıl dokunuş...
Pamuk oluyorum sana değince
Ve tekrar dikenli çiçeğinin içinde ham pamuk
Sen gidince.


Aycan Türk

SEVİYORUM

Yankılanırken yalnızlık içimde kulaklarımda çınlıyor sesin
Ellerim buz tutmuş, eskiden sen tutardın ısıtmıyor şu nefesim
Hayalin var içtiğim suyumda sigaramda,
Sensizim bomboş hayatımda
Aşkta her şey mübahmış, hadi durma dön gel artık,
Düşmüyor ismin dudağımda
Seviyorum seni dayanamam yokluğuna
Seviyorum, nolur dön bana
Seviyorum, Aşık!
Zil zurna aşığınım! harcadım gözlerimi yollarda
Seviyorum!

Ben ve sessiz benliğim kovalıyoruz gölgeleri bu loş ve kasvetli evde
Sesler değilim hiç duyduğum
Sanki delirdiğimi fısıldıyor bir kahin beynimde
Ne yaptın bana söyle, çıldırdım aşkından bak
Aşkta her şey mübahmış, hadi durma dön gel artık
Düşmüyor ismin dudağımda
Gemileri son bir kere yak!
Seviyorum seni dayanamam yokluğuna
Seviyorm, nolur dön bana
Seviyorum, Aşık!
Zil zurna aşığınım! harcadım gençliğimi uğrunda
Seviyorum!

Gaip

1186 yılında papa III. Urbanus ölüm döşeğinde artık cenneti bulmaları için gönderdiği adamların dönüşlerini görmeyeceğini düşünerek Seher’den aldığı kitabı adamı Pierre Blois’a emanet eder; ona gelip kendisini bulduklarında kitabı ait olduğu kişilere emanet etmesini söyler. Papalık arşivine ise kitabın bir suretinin ve mevcut çevirisinin sanki asıl olan oymuş gibi konulmasını buyurur.
Kitap yıllar içinde unutulacaktır. Ta ki tapınağın rahipleri tarafından bulunana kadar... Bulunan gerçek kitap sırlarıyla birlikte Alessandro di Mariano Filipepi (Botticelli)’ye teslim edilmiştir.
Mario (George’un da yardımıyla) tapınağın büyük üstadı Alessandro di Mariano Filipepi’nin isteğiyle papalık arşivindeki kitabı kopyalamaktadırlar. Ancak bu kitap gerçek değildir; bunu ikisi bilmemektedir. Kopyaladıkları III. Urbanus tarafından oraya konan sahte kitaptır. Ancak kitabı yoklamak için gelen ruhun (Seher) neden olduğu korku nedeniyle sonuçlarını düşünmeden kitabı çalarak oradan uzaklaşır. İkisi birlikte Alessandro’nun yanına giderler. Alessandro onlara elindeki gerçek olan kitaptan söz eder. Bu artık eyleme geçmeleri için bir uyarıdır. Ancak Mario ve George engizisyon rahipleri tarafından öldürülürler. Alessandro ise finans bulmak için kitabı Saksonya Dükü Frederick’e gönderir, yolda kitap Osmanlı atlıları tarafından çalınır ve sultan III. Beyazıt’a hediye edilir.
Alessandro di Mariano Filipepi’den sonra Leonardo da Vinci büyük üstat olur. Ölüm konusunda araştırmalar yapmaktadır. Bu arada bir sanatoryumda ölümü bekleyen Paolo Toscanelli ile görüşmeler yapmaktadır. Yaşlı adam konuşmalarının devamında Leonardo’ya seçildiğini söyler. Bu seçim Leonardo’nun cinler tarafından yazılmış olan yazmaların koruyuculuğu görevi anlamına gelmektedir. Leonardo kayıtlarında belirtilen Kait-Bai için fantastik bir yolculuğa çıkar. Orada cinlerin sultanından konu hakkında bilgi alır. İnsanın yaradılışında ne gibi olayların yaşandığını öğrenir. Kitap korunmak zorundadır. Kitabı kendi ölüm zamanı geldiğinde Fransa kralı François’a bırakır.
Sadrullah bir cami hocasıdır. Suhtelerine bildiklerini öğretmektedir. Aynı zamanda gaip ile bağlantı kurabilmek için tılsımlar yapmaktadır. Sadrullah’ın gaip ile olan ilişkileri sıklaştıkça gerçek ile gerçek dışı yer değiştirmeye başlar. Cinler Lilith’den olmadırlar; Lilith Adem’in ilk karısıdır. Lilith ile Adem arasında yaşananları öğrenir. Kendisine bu arada bir kitap yazdırılmaya başlar.
Evengel, Seher’den sonra kitabın koruyucusu olacaktır. Seher kitabın papalık arşivinde olmadığını öğrenmiştir ve kitaba o an için sahip olan Beyazıt’tan alınmasını düşünmüştür. Evangel bu amaçla yolculuğuna başladığında Reis bey tarafından Ukrayna taraflarında esir alınır ve satılmak üzere İstanbul’a getirilir. Bu Evangel’in yapması gereken yolculuğudur. Evangel’i almak için gelen esir tüccarları kadından korkarak oradan ayrılmaktadırlar. Kadının namı yayılır. Beyazıt rüyalarında bir kadın görmektedir ve tarifini Sadrazam Ali Paşaya yapmıştır. Paşa köle kadın ile padişahın rüyalarındaki kadının benzerliğini hissedip kadının hareme getirilmesini buyurur.
Beyazıt zevk ve sefa içinde yaşarken bir suikast girişimi sonrasında ağır yaralanır. Bunun tanrı tarafından kendisine doğru yola dönmesi için bir uyarı olduğunu düşünür ve kendisini dine verir. Tefekkürlerinde kendisine akıncıları tarafından ele geçirilen kitaba ilgi duymaya başlar. Kitapla birlikte büyük korkuların içine düşer koca sultan. Bu arada bir metin yazmaya başlamıştır. Bu günlerden birisinde Sadrullah gelip sultana kendisine yazdırılan kitabı sunar; iki kitap arasındaki benzerlik dikkat çekicidir. Sadrullah sarayda kendisine verilen odada intihar eder. Bu dönemde Selim’in tahtı ele geçirmek için babasının sultanlığına karşı girişimlerde bulunmaktadır. Onunla savaşır. Ama oğul ısrarcıdır. Evangel saraya, hareme getirilir ve sultana sunulur. Sultan onunla konuşur, o zaman içinde bulunduğu durumu fark eder ve oğlunun ısrarlarına karşı durmak tahtı ona teslim eder. Dimetoka’da dinlenmek niyetindedir ama oğlu tarafından zehirlenilir.
Bu üç ruh (Leonardo, Sadrullah ve Beyazıt) cennetin peşine giden ve orada ölen üç ruhtur. Yeniden doğmuşlardır ve hepsi ölümlerinden sonra Arafat’ta birleşirler. Orada dördüncü ruh kendilerine katılacaktır.


Gaip

442 sayfa
 

27 Eylül 2012 Perşembe

Futbol sadece bir oyun! Ve kadınlar her zaman iyi 'oyun' oynar!


Futbol, kuralları standart şekilde belirlenmiş bir spor, evet! Ama bunun bir adım ötesine gidersek, futbolu bir 'oyun' olarak tanımlamak da mümkün. Sahada karşılık iki grubunun bir topun etrafında, iki kaleyi kullanarak birbirlerine 'gol atma' oyunu... Üstelik tarihi geçmişi M.Ö. Asya Hun Devleti'ne kadar uzanıyor. Bununla birlikte Homeros da Odysseia'da top oyunlarından bahseder ki futbolun takma isimleri arasında The beautiful game de var :)
Dünya üzerinde çok büyük bir sektöre dönüşmüş olan futbol, bu güne kadar ağırlıklı olarak 'erkek' oyunu olarak kabul ediliyor. Peki neden? Bunun nedeni aslında çok basit! Hiç bir kadın -ya da çoğu- bir topun arkasında 90 dakika koşmaz çünkü bunu çok da akıllıca bulmaz... Evet, kadınlar çok daha zor sporları yapıyor ve başarılı da oluyorlar.
Ancak besbelli ki topun arkasında 90 dakika koşmak pek de zevkli değil. Şurası bir gerçek ki kadın tutku duymadığı hiçbir şeyin peşinden koşmaz... Fakat yine de Türk toplumu düşünüldüğünde doğuştan varolan kadın özgürlüğüne, toplumun verdiği biçim, Türkiye'de futbolun sadece erkek 'sporu' olmasını yoğun bir şekilde desteklemiştir. Bugün de farklı değil bu! Kız çocukları da 'kadın' olmanın bilinci ile büyütülmüyor mu? Hangi aile, kızının ciddi bir ataerkil sporu olan futbolla ilgilenmesine izin verir! Pek fazla olmasa gerek...
Genç bir kız ergenlik dönemininde de 'futbol'u bilinçli olarak seçip, oynamak için istek dahi gösterse sanırım Türkiye'de böyle bir alt zemin çok da oluşmuş değil... Bu tabii daha çok futbol otoritelerini ilgilendiriyor.

Daha da ötesinde, kadının her şekilde -kocası, sevgilisi ya da oğlu aracılığıyla yaşamına giren futboldan zevk alması mümkün mü?
Bugünlerde futbol maçlarını izleyen kadınlarımızı da görüyoruz. Elbette kadın olarak bu tür sosyal ortamlarda bulunulmalı... Fakat şurası çok ilginç ki, kadının bu ortamı yumuşatması gerekirken, ortam kadını sertleştiriyor! Saha kenarında futbol izleyen kadın da adeta erkekleşiyor ve ciddi ciddi hakeme ve futbolcuya küfrediyor. Bu durumda futbolun vahşi cazibesinin kadını da baştan çıkarttığını söylemek sanırım yanlış olmaz!

Bu durumda ben şöyle düşünüyorum: Acaba futbol maçları küfür etmeden izlenebilir mi? Açıkçası bir futbol karşılaşmasını izleme deneyimim hiç olmadığı için bu soruya cevap vermem çok zor. Fakat benim evimde futbol izlendiğinde, önce futbol izlenen odanın kapısını, sonra da kendi çalışma odamın kapısını kapatıyorum. Çünkü kardeşimin ses tonu 90 dakika boyunca ilginç söylemlerle yüksek bir performans gösteriyor...

Futbol sadece bir oyun! Kadın ya da erkek futbolun bir 'oyun' olduğunun bilincinde olursa, 90 dakika sadece sahada kalacaktır.
Fakat bir başka gerçek daha var: Futbol büyük bir endüstri ve giderek kadınları da ele geçiriyor.

13 Eylül 2012 Perşembe

Stadyum


Onu ilk kez gördüğüm stadyumun yerinde şimdi yeller ve kuzey rüzgârları esiyor.
Şehrin en işlek semtleri içinde kalan stadyumum adını söylersem herkes bir anda günahlarımı öğrenme şansına erişecek ki bunu istemiyorum.
Çıplak bir başıma çaresiz kaldığım rüyalarımın kabusa dönüştüğü gecelerden birinde, çırılçıplak stadyumun giriş kapısını arıyordum.
Bir başkasında ben stadyumun en yüksek yerinden bilet kalmadığı için içeri giremeyen topluluğun içinde kalan ona bakıyordum ve gene çıplaktım. Arkamı dönmem gerekiyordu tribün kalabalığına, onu görmeli ve bana bakmasını sağlamalıydım, ama yapamıyordum.
İç çamaşırlarımı kat kat giyinmiştim maça girerken. Onları çıkarıp birbirine ekleyerek ona indirecek ve yukarı yanıma çekecektim.
İç çamaşırlarımın birbirine dolanmaları, çözülmemeleri, maçın başlama düdüğünün sürekli çalması, maçın nedense bir türlü başlayamaması bana ecel terleri döktüren nedenlerdendi.
Oysa onunla olmalıydım bu sefer. İlk kez isteyerek buraya onun için gelmiştim, ama o yoktu. Televizyonlarda maç izlerken kadınlı erkekli sevgili sarmaş dolaş seyircileri görür hep imrenirdim ve hayatımda hiç maça gitmemiştim. Bu yüzden olsa gerek stadyumlar bana hep mabed gibi gelirdi ve ben o mabedin dinine mensup değildim. Rüyalarım dışında girmem yasaktı. Orası erkeklerin dinine özgü ve aitti.
Stadyumun yerinde şimdi büyük bir alışveriş merkezi duruyor dersem, kim anlar acaba... Stad taşındı elbette, ama rüyalarımdan taşınmadı.
Onu unutamıyorum ve nerdeyse her gece aynı maçı görüyorum. Hiçbir yüzü hatırlamıyorum. Kimse o maçlara gitmemiş gibi. Bense hala stad dışına bakıp onu arıyorum.
Yine de rüya olduğuna hala inandığım, ama şehirde hemen hemen herkesin her şeyin, gazetelerin ve ekranların tersine tanık olduğu sahnenin mimarı benim.
Benim.
O maçta, sahaya atlayıp, sonunda onun beni görmesini sağlamak için sahanın ortasına kadar koşan çırılçıplak kadın.

YELDA KOŞAN

11 Eylül 2012 Salı

Bilge kadının taşı

Dağlarda seyahat eden bilge bir kadın, bir dere kenarında değerli bir taş bulmuştu. Ertesi gün kadın başka bir gezginle karşılaştı. Adamın karnı çok açtı. Bilge kadından yiyecek bir şeyler istedi.
Kadın ona bir şeyler vermek için çantasını açtı-ğında değerli taşı gören adam, kadından onu da kendisine vermesini rica etti. Tereddütsüz:
“Olur” dedi kadın.
Aç gezgin, talihin nihayet kendisine yaver gitti-ğini düşünerek, sevinç içinde ayrıldı oradan. Ancak, birkaç gün sonra o civarlara geri geldi ve bilge kadını bularak, taşı kendisine iade etti.
“Bana verdiğin taşın ne kadar değerli olduğunun farkındayım” dedi adam. “Ama düşündüm ki, sen de bu taştan daha değerli bir şey var. Bu mücevheri verebilmeni mümkün kılan şeyi bana verir misin?

Yaşlı adam ve çocuklar

Yaşlı bir adam emekliye ayrılır ve kendine bir lisenin yanında küçük bir ev alır. Emekliliğinin ilk bir kaç haftasını huzur içinde geçirir ama sonra ders yılı başlar.
Okulların açıldığı ilk gün, dersten çıkan öğren-ciler yollarının üzerindeki her çöp bidonunu tekmelerler, bağırıp, çağırarak...
Bu çekilmez gürültü günler sürer ve yaşlı adam bir önlem almaya karar verir.
Ertesi gün, çocuklar gürültüyle evine doğru yak-laşırken, kapısının önüne çıkar, onları durdurur ve “Çok tatlı çocuklarsınız, çok da eğleniyorsu-nuz. Bu neşenizi sürdürmenizi istiyorum sizden. Ben de sizlerin yaşındayken aynı şekilde gürül-tüler çıkarmaktan hoşlanırdım, bana gençliğimi hatırlatıyorsunuz. Eğer her gün buradan geçer ve gürültü yaparsanız size her gün 1 dolar vere-ceğim” der.
Bu teklif çocukların çok hoşuna gider ve gürül-tüyü sürdürürler. Birkaç gün sonra yaşlı adam yine çocukların önüne çıkar ve onlara şöyle der, “Çocuklar enflasyon beni de etkilemeye başladı, bundan böyle size sadece 50 sent verebilirim.” Çocuklar pek hoşlanmazlar ama yine devam ederler gürültüye. Aradan bir kaç gün daha ge-çer ve yaşlı adam yine karşılar onları.
“Bakın” der, “Henüz maaşımı alamadım bu yüzden size günde ancak 25 sent verebilirim, tamam mı?”
“Olanaksız bayım” der içlerinden biri, “Günde 25 sent için bu işi yapacağımızı sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Biz işi bırakıyoruz.”

Ya bardak olacaksın ya da göl

Ustaların çıraklarına sadece edindikleri mesleği, zanaatı değil hayatı da öğrettikleri, en geniş ve
gerçek anlamıyla öğretmen oldukları dönemde Hintli bir ahşap ustası yaşıyordu.
Bu ustanın çırağı büyüdü, ahşap islemeyi ve hayatı öğrendi, kendi işini kurup başlattı.
Bir süre sonra dostlarından biri oğlunu getirdi, ustadan onu yanına çırak almasını istedi.
Fakat bu çırak sürekli yakınıp duran, her şeye bozulan bir çocuk çıktı.
Ustaların çıraklarına sadece edindikleri mesleği, zanaatı değil hayatı da öğrettikleri, en geniş ve
gerçek anlamıyla öğretmen oldukları dönemde Hintli bir ahşap ustası yasıyordu.
Bu ustanın çırağı büyüdü, ahşap islemeyi ve hayatı öğrendi, kendi işini kurup başlattı.
Bir süre sonra dostlarından biri oğlunu getirdi, ustadan onu yanına çırak almasını istedi.
Fakat bu çırak sürekli yakınıp duran, her şeye bozulan bir çocuk çıktı.
Tahta getirmeye gidiyor, döndüğünde ellerine kıymık battığından uzun uzun
yakınıyordu. Bir iş teslim etmeye gidiyor, dön-düğünde yoldan, sıcaktan,
müşterinin tavrından yakınıyordu.
Usta çocuğa bir şeyler anlatmaya çalışıyordu ama sözlerinin hiçbir etkisi olmuyordu.
Bir gün usta çırağını köye tuz almaya gönderdi.
Çırak ustasının söylediği gibi, tuzu alıp döndü. Usta bir bardak su getirmesini söyledi. Çırak bir bardak suyu getirdi.
Usta, ''şimdi o tuzu suyun içine at'' dedi. Çırak ustasının söylediğini yaptı.
Sonra usta 'şimdi o suyu iç' dedi. Çırak suyu içti ve tabii ki içer içmez de tükürdü. Öfkeyle usta-sına bakarken, usta 'Nasıldı tadı' diye sordu.
Çırak nefretle, 'çok acı' dedi.
Usta çocuğa 'Tuzu yanına al gel, gidiyoruz' dedi. Çırak ustasının peşine takıldı. Bir süre sonra civardaki gölün kıyısına geldiler.
Usta çırağa 'Bütün tuzu göle dök' dedi. Çırak söyleneni yaptı.
Usta 'Şimdi gölün suyundan iç' dedi. Çırak içti.
'Suyun tadı nasıldı' diye sordu usta. Çırak, 'çok güzeldi' dedi.
'Peki tuzun acısını hissettin mi' diye sordu bu kez de
çırak '' dedi.
Usta çırağı karsısına oturtup anlattı:
'Hayattaki bütün olumsuzluklar işte bu bir avuç tuz gibidir. Eğer sen küçük bir bardak su isen, nasıl tuzun bütün acısını tattıysan, hayatın bütün olumsuzluklarından da öyle etkilenirsin.
Eğer sen kişiliğinle ve gönlünle bu önümüzdeki göl gibi isen, hayatta karşılaşabileceğin bütün olumsuzluklar seni, o bir avuç tuz gölün suyunu nasıl etkilediyse öyle etkiler, bir bardak suda tattığın acıyı vermez sana.
Seçim senindir:
Ya bardak olacaksın ya da göl...

101 Sufi Öykü

10 Eylül 2012 Pazartesi

Hayal Kırıklığı


Hayatımın yirmi sekiz yılını yaşayıp bitirdiğimde öğrendiğim şeylerden biri de seçeneklerin sonsuz olduğuydu. Seçme şansı verilmiş her birimize ve sonuçlarıyla kendimiz başa çıkıyoruz.
Ruhumun nelere dayanabileceğini, içimi cız eden şeyleri, duygularımın derinliklerine inen dokunaklı anları, aklımın kıyılarında dolaşan ihtiras, tutku, utanç izleri, hayatın karmaşık döngüsü ve hayal gücümü sonuna kadar zorlayan hikayelerin en sıra dışı halleri, en sürükleyici tatları aldığım dönemde rastladım ona..
Ayaklarımın üzerine basan, güvenli, dişi mi dişi, az kaçık, çok ukala tavırlarıma hayran kaldığını belli etmekten hiç çekinmedi.
Herkes gibiydi ilk bakışta, bir geçmişi, şu anı ve gelecekle ilgili umutları olmalıydı. Endamı ben buradayım der gibiydi. Keskin bakan gözleri içime işlemişti ve içime işleyen tek şey gözleri olmadı. Tanışmamızla sevişmemiz arasında geçen zaman dilimi olabildiğince azdı.
O gece ayrıldık isimlerimizi bile sormadan. Bir tatlı esinti gibi geçmişti üzerimden. Aklımda kalan ise bir ömür boyu unutulmayacak şeylerdendi.
Hayat devam ediyordu, ışıltılı geceler, eğlenceli tatiller, huzur dolu sohbetler, köpek gibi çalışmak, trafik, sıcak…
Tanımadığım, bilmediğim ama yüreğimde özlediğim o adam aklıma gelmesin diye kaç tanesiyle çıktığımı, kaçını öptüğümü bilmiyordum. Bildiğim tek şey geceleri yastığa başımı koyduğumda içimden gelen mırıltıların her geçen gün arttığıydı:
- Ne olur ruhum, gel artık... Öyle hasretim ki sana, rüyama bile gelsen avunucam’
Sabah oluyor hep bir şeylere, bir yerlere koşup dururken buluyorum kendimi. Bu koşunun sonsuza kadar süreceği düşüncesi ise kemiriyor içimi. Bir tek şey olabilir diyorum benim koşumu durduracak, aşk’ın şefkatli kolları... Eğer bulamazsam koşup duracağım.
Ne sıcak bir gündü. Yolda gördüğüm arkadaşımla beraber soğuk bir şeyler içmek için girmiştik oraya. Tek başına oturuyordu, hüzünlü, dalgın.. beni görünce başını önüne eğerek verdiği ufak bir selamla yetindi. Cesaret edemedim yanına gitmeye, cesaret edemedim aylardır onu düşündüğümü söylemeyi, yanımdaki arkadaşım yerin dibine girsin istedim. Korktum yanlış anlamasından. Saçma sapandım, düşündüğüm şeylere kendim de inanamadım. Boş ve ruhsuz görünüyordu onun haricindeki herkes. O ise kalemle bir şeyler karalıyordu. Elindeki kağıdı katladı, ayağa kalktı, bize doğru yürüdü, kağıdı bana uzattı ve fütursuzca çekip gitti.
Kâğıdı açıp okuduğumda aynen şöyle yazıyordu:
‘Beni başka tenlerin terinde arama ey sevgili, ben aldığın nefesteyim..’
Delice koştum arkasından durdurdum onu soluk soluğa, tam konuşacakken parmaklarıyla dudaklarımı kapatarak ‘gel’ dedi..
Gel!..
Sorgusuz sualsiz gidecektim, atla uçurumdan dese atlayacaktım, huzurluydum nereye gittiğimi bilmediğim halde.
Elimden tuttu, içime güneş doğdu sanki, öylece bakıyor gülümsüyordu. Küçük bir müzik kutusundan gelen ses gibi rahatlatıyordu içimi.
Hayat ne çok vaktimi almıştı şimdiye kadar, böyle duyguları ilk kez yaşatıyordu bana, biri geldi geçti, biri güldürdü, biri gurur duydu, diğeri alkışladı, biri canımı yaktı, biri anlattı anlattı, ama hiçbirisi şu andaki kadar iyi hissettirmedi.
Deniz kenarındaydık, hem yürüyor hem konuşuyorduk, uzun uzun bahsetti kendinden, yaşadıklarından, geçmişinden hayallerine kadar.. bir kelimesini bile kaçırmamaya çalışıyordum. Enterasandı anlattıkları, bir ara gözlerimi kapatarak yaşadım hayatını.. bir film şeridi gibi geçti gözümün önünden. Tek tek her saniyesini hatırlarcasına tüylerim diken dikendi. Gerçek mi diye dehşete düştüm.
Hayat işte.. ve çılgıncasına akıp giden zaman, bütün yaşanan çelişkiler, kuralları yıkmak isteyen duygular, hissettiğimiz farklı heyecanlar..
Seviyordum onu, hem de çookk...
Günlerimiz beraber geçmeye başlamıştı. Çoğu gecelerde ise şehvetin doruklarına çıkıyorduk. Yorgun bedenlerimiz birbirinde huzur buluyor, terli, ıslak birleşmelerin ardından kenetlenip uyuyakalıyorduk.
Sıcak bir gecede gözümü açtığımda yanımda olmadığını gördüm ve mutfağımdan fısıltılar duydum. Hemen kalkıp baktığımda elinde bıçakla öylece duruyordu.
Korkuyla sordum:
- Neler oluyor?
- O buradaydı, dedi.
- Kim?
- Beni öldürmek istedi, o kadın buradaydı, teh-likeli, korkarım sana da zarar verecek ama ben korurum seni, merak etme ne olur; diyerek yanıma yaklaştı elinde bıçakla, iyice dehşete düşmüştüm.
- Burada kimse yok! dedim.
- Az önce buradaydı, sen gelince gitti, dedi.
Neden görmemiş, duymamıştım, garip geldi, yalan söylediğini düşündüm. Acaba bana mı zarar verecekti, korku doluydum. Yaklaşıp sarılmak istediğinde kendimi geri çekecek kadar ürkmüştüm.
O geceden sonra bana anlattıklarını tek tek düşünüyor ve bazı şeylerin imkansız olabileceğini daha iyi anlıyordum. Hakkında söyledikleri sanki bir hayalden ibaretti. Geçmişi uydurulmuş şeylerden oluşuyor gibiydi. Ama davranışlarında herhangi bir gariplik yoktu bu zamana kadar.
Akşam yemeği için sözleşmiştik. Ona sorularım olacaktı. Kahkahalarla başlamıştı sohbetimiz. İltifatlar ediyor, çok neşeli görünüyordu. Ama birdenbire bu hayattan kurtulmak istediğini söyledi. Bunu beraber yapmalıyız dedi.
Dünyanın ne güven duymaya, ne değer vermeye, ne yaşamaya uygun olduğunu, sevgimizi, aşkımızı, şefkat, özlem ve hüzünlerimizi bu şeytanlara yem olarak vermememiz gerektiğini, sevdiklerimizin bizden alınıp götürülmesine karşı çıkmamızı, bizim güçlü olduğumuzu, bu dünyaya yenilmememizi, merhametsiz, saygısız, akılsız insanlarla aynı ortamlarda kalmamamızı anlatıp duruyordu. Ve tüm bunları yaparken yanında olup olmayacağımı soruyordu.
Anlayamıyordum artık onu, konuyu değiştirerek gördüğü o tehlikeli kadını sordum. Bize nasıl zarar verebilir dedim. Hiç cevaplamadı. Geceyi onun evinde geçirdik. Uyandığımda yanımda değildi. Küçük bir not buldum yanı başımda:
Sevgilim, bu sabah seni uyandırmaya kıyamadım. Aceleyle çıkmam gerekti. Dün gece sen kollarımda mışıl mışıl uyurken düşündüm de sahip olduğum en güzel varlıksın. Seni kendi cehennemime çekemem. Davamı sen olmadan sürdüreceğim. Ne zaman kendimi mutlu hissetsem bir terslik çıkardı. Şimdi de öyle hissediyorum. Ama korkmuyorum bundan, oysaki daha önceleri ödüm patlardı. Hayatımdaki varlığından, bana yaşattığın bu mutluluktan dolayı minnettarım. Uyandırmaya kıyamadığımdan o güzel yüzünü öpemeden gidiyorum. Hoşça kal ‘aşk’ ..
Bıraktığı notu okurken yüzümü bir gülümseme almış ama içim içimi yiyecek kadar da rahatsız olmuştum. Bir veda mı başlangıç mı olduğunu anlamadım. Ama yüreğimi iyi ile doldurarak kalktım yataktan. Toparlanıp evime gittim, oradan da işe koşturdum. Akşama kadar ne aradı ne de aradığımda cevapladı.
İş çıkışında soluğu onun evinde aldım. Sevgilim ıslak saçlarıyla banyodan yeni çıkmış haliyle açtı kapıyı, içeriden mis gibi kekikli et yemeği kokusu geliyordu. Kapıyı ardına kadar iterek beni içeri çekti ve dudaklarıma minik bir öpücük kondurdu. Onun bu git gel lerine yetişemiyordum. Sabah bıraktığı veda mektubu gibi nottan sonra tüm gün ona ulaşamamam içimi hüzne boğmuştu, ama şimdi hiçbir şey yokmuş gibi karşılıyordu beni.
Yaptığı o güzel yemeği beraberce yedik sonra film izlemeye koyulmuştuk ki içimi kemiren o kadını tekrar sordum. Bir rüya yada halüsinasyon görmüş olabileceğini söyledim.
Hiç beklemediğim bir tepkiydi bu seferki; birden ayağa kalkıp yüksek sesle konuşmaya başladı. Hatta bağırıyordu. Sakin olması için yaklaştım ama beni iterek asabi hareketler sergilemeye başladı. Öylece kalakalmıştım. Eve gitmek istediğimi söyleyerek kapıya yöneldiğimde ise kolumdan tutarak kendine çekti. Direndiğimde kolumu daha da acıtıyordu. Bir şekilde kurtularak kaçtım ondan. İnce ayaklı küçük bir masa vardı odada. Hızla masanın üzerine vurdu, paramparça oldu masa.
Ben ise koltuğun köşesinde oturmuş, başımı dizlerimin arasına toplamış titreyerek izliyordum onu. Öylesine zavallı göründüğümü düşündüm ki yanaklarım gözyaşlarımla ıslandığı zaman..
Bana baktığında sinir şokundan biraz da olsa toparlanmış gibiydi. Dayanamamış olmalı ki yanıma yaklaştı, elini ıslanmış yüzümde gezdirdi, sımsıkı sarıldım ona, hıçkırıklarım boğazımda kalıyordu boğulurcasına. Sabaha kadar bırakmadan sardık birbirimizi.
Ne çok seviyordum onu..
Sabah olduğunda, arkamdan yanaşıp belime sarıldığında, kulağımın altından boynuma doğru bir öpücük kondurduğunda, ılık nefesini hissettiğimde her şeyi çoktan unutmuştum.
Günlerimiz böyle sevgiyle, aşkla devam ediyordu. Zaman geçtikçe gariplikler listesi uzuyordu. Ben sevgilimin ilaç içtiğini fark edene kadar da iniş çıkışlarla sürdürmüştük ilişkimizi. Merakım özel eşyalarını karıştıracak kadar ayyuka çıkmıştı. Kullandığı ilaçların şizofreni tedavisi için olduğunu öğrendiğimde ise şaşkınlıkla ve üzüntüyle boğazıma bir şeyler düğümlenip öylece kalmıştım. Şimdi pek çok şey yerine oturuyordu. Olmayan şeyleri görüp duyması, koku alması, kendini bu dünyadan soyutlayıp, görmek istediği, yaşamak istediği hayatların içinde bulması..
Sevdiğim adam hastaydı ve bana her zamankinden çok daha fazla ihtiyacı vardı.
Bir akşam yemeğe davet ettim, sevdiği yiyeceklerden yaptım. Toplu saçlarımı, makyajsız yüzümü ve kısa elbiselerimi çok severdi. Özenle hazırlandım.
Kapıda beliren upuzun endamına, derin bakan gözlerine bir kez daha aşık oldum.
Yemekten sonra, sakin ve yumuşak bir ses tonuyla hastalığını öğrendiğimi, bunu atlatmak için ne gerekiyorsa yapacağımı, onun yanında olup beraberce çözebileceğimizi ve onu ne kadar çok sevdiğimi söyledim.
Hiç konuşmadan dinledi önce ama sonra birdenbire ayağa kalkıp bağırmaya başladı..
- Yazıklar olsun.. nasıl yaparsın bunu, ne hakla, nasıl burnunu sokarsın işlerime, neden özel hayatıma karıştın?
Gerçekten deliye dönmüştü. Şizofren olduğunu öğrenmemin verdiği utanç mıydı yoksa geçirdiği nöbetlerden biri miydi?
Sakin olması için yalvardım, yaklaşmaya çalıştıkça sürekli itiyordu beni. Birden cama döndü..şehre tepeden bakan geniş penceremin önündeydi. Yağmurdan dolayı sürekli şişip de zorlukla açılan pervaz bir anda açılıverdi. Pencerenin üzerinden aşağı bile bakmadan kendini boşluğa bıraktı gözlerimin önünde..
Telaşla aşağıya indiğimde yüzüstü, bir kolu bedeninin altında, diğer kolu kıvrılmış şekilde öylece yatıyordu yerde. Yüzünün yere değen kısmı tanınmayacak haldeydi. Bir anda bir sürü insan doldu çevremize. Ne bir ses duyabiliyordum ne bir şey hissedebiliyordum. Tamamen boşluk kaplamıştı içimi. Hatırladığım tek şey kollarımı onun cansız bedeninden zor ayırdıklarıydı.
Artık tüm yaşananlar uzaklarda kalan acı dolu hatıralar gibiydi. Şimdi yerinde koskoca bir boşluk bıraktı. Öyle garipti ki bu, yerini hiçbir şey dolduramıyordu. Ve yıllar geçse de hep bu şekilde olacak gibiydi.
Hayat, hayal kırıklığıyla doluydu.
Sevdiğim adam kollarımda ölmüşken benim yaşamak için ne sebebim vardı ki!



EMİNE EBRU


 


8 Eylül 2012 Cumartesi

İstanbul Yüzleri nasıl ortaya çıktı?



 

Ayşe Tatlıcı'nın bir İstanbul'u var... İki yakası bir araya gelmeyen bu şehirde o, birbirinden hayli uzak yüzleri yakınlaştırmak için kaleminin odak ayarını en özele almış durumda.

-İstanbul Yüzleri nasıl ortaya çıktı?
İstanbul'un yüzleri çalıştığım yerlerde yaptığım görüştüğüm insanların gerçek öyküleri sayesinde ortaya çıktı. Çocukluğumdan itibaren hikâyelere oldukça meraklıydım. İnsanları dinlemekten büyük keyif alırdım hala da alırım. Mesleğim dolayısı ile yine bu alanda işler yapmayı seçtim. Herkesin içinde farklı bir İstanbul’u vardır. Yaşanmışlıkları, anıları ve tarihiyle şehir, onu yaşayanların hayatlarında derin izler bırakır. İstanbul, herkes için farklı bir anlam taşır o yüzden. İstanbul’un Yüzleri de o şehri yaşamış ve hala yaşamaya devam eden öykülerden oluşuyor.  Çok sevdiğim sevgili Halil Gökhan ile çalıştığım dergi ve gazetelerde yapmış olduğum yayınlanmış öyküleri topladık. Her öykü de bir gizem bir hayranlık ve bir şehirde yaşanılan anılarla dolu. O yüzden İstanbul’un Yüzleri sadece bir kitap değil bir insanın belgesidir. 

-İstanbul'da kaç yüz var... Sayılabilir mi?
İstanbul o silüetinin içine öyle hayatlar öyle yüzler yediriyor ki ustalıkla uzaktan bakan kimse göremez. Ama silüetlerde uzaktan güzel görülür değil mi? Eskiyi korumakla tamamen yıkmak ve yenisini kurmak gibi düşüncelerden sıyrılıp bir türlü sonuca gidilemeyen ve olabilitesinden daha berbat durumda olan fakat hayranı olmakta inat ettiğim şehir İstanbul. Şehr-i harabe ileri gelecekte İstanbul. Milyonlarca hayat milyonlarca anı. Yazdığımız, çizdiğimiz, fotoğrafladığımız insanlara baktığımızda belki sayabileceğiz. Ama çok zor.

-Seni en çok etkileyen yüzler neler?
 Beni en çok etkileyen yüz istisnasız Koço ve Juanito'nun yüzü olmuştur. İkisinde de yaşamın bütün ayrıntıları yüz çizgilerinde gizliydi. Hikâyeleri de bir o kadar derin ve düşündürücüydü. Juanito, yıllarca Türkiye’de kendinden söz ettirmiş bir sanatçı. Gırtlak kanseri olmasından ötürü sesi ne yazık ki eski delikanlılığında değildi kısık ve yorgundu. İstanbul’da Galata da tanıştığım mekânda çok etkilenmiştim duruşundan. 1968 yılında Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmak için girişimde bulunmuş, o zamanki başbakan Demirel'e bir türlü ulaşamadığını, vatandaşlık başvurusunun o zamanki yetkililer tarafından "sen eskiden Osmanlı toprağı olan Tunus'da doğmuşsun, zaten Türk sayılırsın" denilerek sürüncemede bırakılmış, böylelikle juanito’nun vatandaşlık isteği bürokratik engellere takıldı. Türkiye'ye gelen ve halen Fransız vatandaşı olan Juanito, Türk vatandaşı olma hayâlini halâ içinde taşıdığını söylemişti. Çok etkilenmiştim.

-Fotoğraflarla o yüzleri anlatabilseydin bunlardan birkaç tanesi hangileri olurdu?
Derinliği olanları tercih ederdim sanırım. Özellikle Juanito ve Koço.

-Senin yüzünü tarif edebilir misin İstanbul'da?

Benim yüzüm İstanbul'un Adaları gibi. Geçmişte bir hikayesi olan ama şimdilerde o hikayelerle yaşamak ve hayatına giren yeni insanlarla bir şekilde ayakta durmaya çalışan. Hem sayfiye hem bir liman hem de bir tatil ama gelip geçici değil. Bir hikâyeyi okumakla yada başka bir hikayenin içinde kendini bulmak arasında belirgin bir bezerlik var. Ben kendimi tarif etsem de sen beni bambaşka görürsün. O yüzden bir insanın kendini tarif etmesi bence çok manasız birinin onu görmesi, okuması, onun hikayesinde onu bulması daha anlamlı geliyor bana. 

-Sonraki projeler kitaplar ve fikirlerin?
Rahmetli Gazeteci üvey babam Reha Mağden’in hayat hikayesini ve aşklarını yazmak istiyorum. Annemle tanışmaları ve yıllara yayılan aşk hikayeleri şimdilerde yaşıtlarım okusa umut verecek bir yazıt olurdu. Onu herkesin okumasını istiyorum, tanımasını, paylaşmasını. Belki bir kitapta onu anlatırsam sanki elime alıp okuduğumda ona bir yerim daha yakın olacakmış gibi geliyor.

www.aysetatlici.com

7 Eylül 2012 Cuma

Öykülerimden birisi bir gün mutlaka Hollywood'da film olacak


Ben, ilk öyküsü Varlık dergisinde yayımlanan (1989) ve şanslı dergi kuşağında yetişen yazarlardanım. İlk yayım tarihi esas alındığında ise 23. yılı oluyor yazarlığımın, ki bu sayma işi artık daha eski kuşaklara özgü. Günümüzde yeni nesil kuşaklar artık okurlarına daha yakın olduklarından takipçileri, üyeleri ve yorumcularıyla "sayılıyorlar"...
Bu türdeki sayma işinin çöl olduğu zamanlarda 1997'de, günümüzün ruhuna yakın bir internet içerik ortamına girmiştim, çok iyi hatırlıyorum. İstanbul'daki ilk ikamet yılımdı ve o işi, çok sevdiğim bir yazar arkadaşım bana ayarlamıştı, sağolsun. Kadroya başvurudan itibaren iki sene sonra girdiğim Superonline şirketi, alan adından da anlaşılacağı gibi İngilizce olan adını dünyada önlerde yer alacak bir vizyonla, hem de Türkiye'den almıştı.
Şimdi, bir dakika, ben ne anlatıyordum, buraya nasıl geldik.
Bu hep başıma gelir. Çatallı bir anlatım tarzım vardır. Yazılı ya da sesli "konuşurken" çatalın ana dalından daha çok önemseyebileceğim bir canlı dalla karşılaşınca diplerde, ona takıldığımı hissederim. Böylelikle ana daldan kopunca konu ve bağlam da dağılır; hemen konuştuğum kişiden yardım isterim: "Ne anlatıyordum ben?" İşte o zaman da onun dinleme kapasitesini test etmiş olurum. Açık söyleyeyim bu testi çoğu dinleyicim (!) geçmiştir.
Şimdi de aynı şeyi yaşadım: Ne anlatıyordum ben?
Hemen yazının başlığına bakıp durumu düzeltiyorum. "Öykülerimden birisi bir gün mutlaka Hollywood'da film olacak."
Bu önerme yirmili yaşlarıma ait aslında. Yazarlık dünyası -ki 4-5 senedir edebiyat dünyası demiyorum, zira 40 yaşına kadar ustalarla arandaki blokaj mesafesinin adı edebiyattır, ustalar yakınlarında gençleri sevmezler ve onları uzak, ilgilerini yakın tutmak için bir edebiyat terimi yaratmışlardır ki bu terimde yazarlığın kimlik tarafı eksiktir, sadece yazmaya odaklı bir alan tarif edilir ve genellikle orada kaybolduğun için kimseye rakip olup korkutamazsın, ama aslolan yediden yetmişe kadar yarışmaktır elbette - ne diyordum, yazarlık dünyası o yıllarda isimlere dayalı olarak çok daha engebeli, sarp ve uçum uçum uçurumlardan oluşuyordu... Yeni yazarın önünde müthiş bir dekatlon yarışı var. Atletizmde olduğu gibi toplam on yarış da olsa, yarış çok, ama yaşça senden ileri olanın doğrudan senden iyi olduğu -sayıldığı değil, günümüzdeki gibi- bir stadyum vardı. Bir yarışma havası, şenlik, huzur ve heyecan yan yana... Atletizmin o birleştirici, kavrayıcı ve sağlık tarafı bütün yazarlara, okurlara sinmiş, hazmedilmiş ve kazanılmış ayaklarla kendi boylarıyla yürüyor herkes.
Yoksa bunlar 20'li yaşların o saf idealizminin büyüteci ya da 3D gözlüğü müydü...
20'li yaşlarda sen "dünyayı değiştireceğim" dersin, senden öndekilerse "önce yarışmalısın," derler... Ya da sen o anlamı çıkarırsın her söylenenden. Ne söyledikleri önemli değildir. Zaten dünyayı değiştirmek isteyen birisi öncelikle, kendi egosu dışında bütün diğer otoritelere karşı sağır olmak zorundadır. Ve elinde harita yerine reçete vardır. Birçok reçetenin içinden tek bir haritaya doğru yapılan o yolculukta belki de parkurun zorluğu, senin de güçlü, ama yeni olman böyle algılamanı sağlıyordur.
İtiraf ediyorum ki bunların hiçbirini o günlerde düşünmedim bile. Sadece öyküler yazdım. Yüzlerce öykü. Kafamın içine edepli birisi girmiş ve beynimi tutsak etmişti. Ondan kurtulamayacağımı anladığımda ona uyarak kurtulma planları yapmak için kandırdım onu öykülerle. Her öykü yazışımda daha da susuyor ve uyuyordu. Uyandığında ise daha çok acıkmış bir halde etime saldırıyordu, ben de kolu bacağı kaptırmamak için anlatmaya başlıyordum. Düz, sıradan hikayeleri pek sevmiyordu, bense şaşırtmayı çok seviyordum. Bunun hep böyle devam edeceğine inanmaya başladığım bir zaman geldi ve çok korkmaya başladım. Ben yavaş yavaş o olmaya başlamıştım. O ise anlattıklarımla maddeleşip ben olmaya başlamıştı.
İşte Anahtar Deliği, yani 2000'li yıllarda yazdığım ve öyküler buzdağımın görünen kısmı sayabileceğim ilk öykü kitabım, onun ben olduğu ve uyutulduğu dönemlerde yazıldı. Ama ben kimim hala bilmiyorum...

HALİL GÖKHAN

Devamı var: HOLLYWOOD'DAN GELEN İLK TEKLİF (yakında)

30 Ağustos 2012 Perşembe

Futbol Akşamlarının Yalnız Kadınlarına 22 Öykü

 

 
1 FUTBOL MAÇI 22 YALNIZ KADIN

22 Öykü... Her biri erkeklerinin hayatlarını sırtlanan kadınların sırt numaralarıyla isimlendirilmiş 22 maç...
22 futbolcunun kramponlarına, kafa şutlarına, vole ve frikiklerine bedel 22 Öykü...
Futbolu gerçekten seven kadın var mı?
Futbol maçlarını izlerlerken geride bıraktıkları kadınları üzen, belki de gerçekten sevindiren, onlara oynadıkları rollerden gerçek anlamda sıyrılıp "devre arası" molasına sahip olmalarına neden olan erkeklerin yazdırdığı 22 Öykü bunlar...
Yazarları kadın ama.
22 futboldan uzak kadın 22 futbol ve kadın öyküsü yazdı.
"Saha"nın her yerine yayılmış, futboldan arta kalan gerçek dünyaya tam pres uygulayan, soran sorgulanan ama bu kez başı dik ağlamayan öyküler.
Hepsi de futbol akşamlarında yalnız kalan kadınlara adandı.



ANUŞKA ŞAHİNER - O gece
AYCAN TÜRK - Yeşil saha mektupları
AYÇA BİLGE - Ten rengi çimenler
BESTE YURTKAL - Milli maç
CAN KARABURÇAK "Merhaba Yenge!”
DENİZ BÜYÜKUYSAL - Bir spor etkinliği
EMİNE EBRU - Ofsayta düştük 
ESRA E. KUTENGİN - Kırmızı kart 
ESRA MERCAN - Sabah sabah ofsayta düşen kız 
FİLİZ SELİM - Kapıyı çarptı ve gitti 
GÜL NAZ - Son 10 dakika aşkım
GÜLDEN AŞÇIOĞLU Futbol ve feminist irade ya da bu da mı gol değil be!
GÜLSER ERÇEL - Tutku 
IŞIL YÜCE - Kuşlar Uçuyordu
ÖZGE ÖZTÜRK - 45. Dakika
PEMBE AKGÜN - Ali ile Ayşe
SELCAN TÜRK - Aşkın ilk 11'i 
SELMA MAY - Kutsal derbi 
SELMA ALTINTAŞ BURSALIOĞLU - Çukur
ŞEBNEM ATILGAN - Tita 
YELDA KOŞAN - Stadyum 
ZEYNEP ZİŞAN - Ben onun o futbolun müptelası 
 

17 Ağustos 2012 Cuma

Daha az ağaç daha çok kitap ve yazar




Dünyada kağıt baskı kitap yayıncılığı son 50 senedir ofset baskı sistemlerinin tekelinde.
Bir kitabı ya da herhangi bir yayını basmak için, sayılı okur ve ilgili kitlesi olması gözönünde bulundurulması gerekirken halen bu sistemlerin öngördüğü binlerle ifade edilen baskı sayılarına mecbur bırakılıyor yayıncı ve yazarlar. Kimi yayıncılarsa, alışılmış kazanç ve gelirlerinden vazgeçmemek için bu matbaa tirajlarını değiştirmeye ve dönüştürmeye yanaşmıyorlar.
Gereğinden fazla kitap basmak daha çok ağaç kesilmesine yol açar. Ve bu, e-kitap teknolojisinin vaat ettiği "daha az ağaç kesileceğine" dair hesaplamaların çok üzerindedir. Dergi, katalog vs yayınları düşünürseniz dünyada her yıl maalesef trilyonlarca sayfa kağıt ve milyarlarca ağaç alıcısına, ilgilisine ulaşmadan çöpe, depolara gitmektedir. Bu ihmalde de tamamen bu sektörlerin başarısının, tiraj hesaplarının çok dışında kalması gereken bir parçasına, yani maliyet hesabına teslim olması yatmaktadır.
Bütün bunlar dışında bu yayınların gerçek eser sahipleri olan yazar, çevirmen ve editörlerin de vaat edilen tirajlar üzerinden sözleşmeler imzalamalarına karşın, gereğinden fazla basım sebebinin başı çektiği bir sorunlar zinciri yüzünden, elde kalan nüshaların fiyatlarının kelepir adı altında ucuzlatılarak ve bir alt piyasa oluşturularak sorgusuz sualsiz dağıtılması yüzünden eser sahibi emek ve hakları acımasızca katledilmektedir.

Ağaç yine tekrar dikilebilir, ama yazarlar ve başka birçok eser sahibi, tek yaşama süreci olan yayıncılık ve iletişim alanındaki bütün bu hesapsızlıkların ve sorumsuzlukları cezasını haksızca çekmekte ve sömürülmektedir.

6 Ağustos 2012 Pazartesi

Sanat ve Sanatçı Üzerine



Sanatçı kooperatifler üstüne yazmasın ama, başkalarının katlandığı acıları da uyuşturmasın içinde. Madem kendi düşüncemi soruyorsunuz bana, elimden geldiğince açık konuşacağım. Zamanımızda olup biten işlere sanatçı olarak karışmak zorunda değiliz ama, insan olarak karışacağız elbet. Sömürülen ya da kurşuna dizilen madenci, kamplarda, sömürgelerde yaşayan köleler, ezilen, cam çıkarılan dünya dolusu insan sürüleri sustuğu sürece konuşabilenlerin onların yerine konuşması, onlardan yana olması gerek. Ben, günler günü gazetelerde, kitaplarda bunca kavga yazılan yazdıysam, ortak savaşımlara katıldıysam, dünyayı Yunan heykelleriyle, ana-yapıtlarla doldurmak isteği değildi beni dürten. İçimde bunu isteyen bir insan yok değil, var. Düşüncemin yarattıklarını yaşatmaya çalışmak yapabileceğim en iyi iş de onun için. Ama, ilk yazılarımdan son kitabıma değin en çok, hatta belki gereğinden çok sürüklendiğim şey, yaşadığımız günler, nerde olursa olsun ezilen, alçaltılan insanlar oldu. Bu insanlar umutsuz yaşayamaz, herkes susar ve onlara iki türlü alçalmadan birini seçmek kalırsa, bütün umutlan yok olur, bizimki de birlikte. İnsan böyle bir duruma düşmeyi istemez, istemeyince de kulesine çekilip uyuklayamaz. iyi insan olduğu için değil, salt yaşadığı için istemez bunu. İçinden, kendiliğinden bir tepki duyar buna karşı, ya da duymaz. Duymayanları çok biliyorum ama, rahat uykularında hiç de gözüm yok.
Ama, bu demek değildir ki, sanatçı yanımızı toplumsal bir çeşit din dersi vermekle harcayacağız. Sanatçıya neden her zamankinden çok gereksinmemiz olduğunu başka yerde söylemiştim. Ama, toplum işlerine insan yanımızla katılırsak, yaşadığımız gerçek ister istemez söz söyleyişimizi etkiler. Söyleyişte de sanatçı değilsek, neyin sanatçısıyız? Yaşarken savaşçı olduktan sonra, yapıtlarımızda ıssız çöllerden, bencil sevişmelerden de söz etsek, yaşadığımız savaş içten içe bir titreşimle o çölü, o sevişmeyi insan sesleriyle doldurur. Her şeyi hiçe saymacılıktan kurtulduğumuz şu sırada, ne insanlık değerleri için sanat değerlerini budalaca hiçe sayarım, ne de sanat değerleri için insanlık değerlerini. Bence bu değerler birbirinden hiç ayrılmaz ve bir sanatçının (Moliere’in, Tolstoy’un, Melville’in) büyüklüğünü bu iki değeri dengede tutmasıyla ölçerim. Bugün, olayların baskısı altında bu iki değer arasında gergin bir durumda yaşamak zorunda kalıyoruz. Onun için nice sanatçılar bu gerginliğe katlanamayarak ya fildişi kuleye sığınıyorlar, ya da toplum dinciliğine. Ben, her iki türlüsünü de kaçamak sayıyorum. însan acılarına ve güzelliğe aynı zamanda hizmet etmeliyiz. Bunun gerektirdiği sabır, güç ve sessiz, gösterişsiz başarı beklediğimiz yeniden doğuşun dayanacağı değerlerdir.
Bir söz daha. Bu çabanın ne tehlikeli, ne acı yanları olduğunu biliyorum. Tehlikelere göğüs germekten başka çaremiz yok : Köşesinde oturan sanatçılar çağı geçti. Kırılmak, dünyaya küsmek de yok. Sanatçının kolayca düşeceği durumlardan biri kendini yalnız sanmaktır. Ona yalnız olduğunu bağıra bağıra söylemekten oldukça pis bir zevk alanlar da çıkıyor. Ama, aslında hiç de öyle değil; Sanatçı herkesin ortasında, bütün çalışan ve savaşanların ne üstünde, ne altında, onların tam hizasındadır. Yapmaya geldiği iş, baskı karşısında zindanları açmak, herkesin derdini ve sevincini dile getirmektir. Bu işte sanat, düşmanlarına karşı, kendinin kimseye düşman olmadığını göstererek haklı çıkar. Elbette sanat tek başına doğruluk ve
özgürlük getirecek bir dirilişi sağlayamaz ama, sanat olmadıkça bu diriliş biçimini bulamaz, bulamayınca da hiçbir şeye benzemez. Kültür ve onun gerektirdiği bağıntılı özgürlüğün bulunmadığı toplum ne kadar düzenli olursa olsun bir vahşi ormandır. Onun için de her gerçek sanat yaratışı yarın için bir müjdedir.

ALBERT CAMUS

1 Ağustos 2012 Çarşamba

Evde çalışmanın modası çoktaan geçti...


Ama yine de
ESKİ VE KARAMSAR BİR HOME-OFFICER'DAN  (ev memuru) 10 TAVSİYE


-Pijama ve sabahlıkla sakın çalışma
-Mümkünse ayakkabılarını giy (galoşla)
-Toplantı ve randevularını hep dışarda yap
-Ev-ofisine DÖNMEYİ özleyeceğin imkanlar yarat
-Üzüntülerini asla ev-ofisinde yaşama
-Sevinçlerini orda YAŞA ama kutlamak için mutlaka dışarda ol
-Ev-ofisin kapısının arkasına şirket tabelanı as
-Hava kararmadan mutlaka dışarı çık ve yeniden içeri gir ışıkları yak
-Çalışma giysilerini mutlaka değiştir ev'e geçtiğinde
-Çok iyi uyu

22 Temmuz 2012 Pazar

"Kadınlar bilimkurgu sevmemekte haklılar..."

Yaptığınız hakkında düşünmeyi seven bir yazarsınız... ARAFOR da bunun en incelikli örneği, ne dersiniz?
Düşünceyi yoğururken biraz ara verip yaptığımız şey aslında nedir diye bakarız zaman zaman. Ben son dört yılda aylık zaman dilimlerinde kısa öyküler üretirken, üç öyküden birinde kadın kahraman yarattığımı farkettim. Kadın kahramanlar türeteyim diye çıkmadım yani bu yola. Neredeyse zihnim kendi seçti ilham konularını diyeceğim geliyor. ‘Aldı sazı eline’ derler ya, kadın kahramanlar öykünün direksiyonuna geçiverdiler. Doğal yönlenmeyle yazdım bu öyküleri.
Kadınların hayal ve fantezilerimizde lup fantastik kurgularda yeterince olamamaları durumu sizi neden bu denli endileşelendirdi ki Arafor'un çıkış noktası bu tam da... Dünyada genel olarak kadınların zayıf temsil edildiği alanlar, bazı istisnaları hariç çeşitli oranlarda hastalıklı, gergin ve sevimsizleşmeye eğilimli alanlardır.
Ben on yedi yaşından bu yana fizik, kimya ve matematik dersi verdim. Bilimde ve teknikte ileri gitmenin önkoşullarından biri kadının da bu hevese dahil edilmesidir. Erkek bir kişidir. Kadın iki, üç, dört… Bilimkurgu, gizem, fantastik öykü okuyan, bazen de yazan kadınları ve onların yetiştireceği çocukları düşündüm. Bilim toplumu hayalim var Türkiye için. Teknolojik çöplük olmakla yetinemeyiz. Bu tür öykülerin zihin enginleştirici, ufuk açıcı bir işlevi var.
Kitap çıkmadan önce kadın okurlarla yaptığınız okuma paylaşımlarından nasıl tepkiler sonuçlar aldınız?
Öykülerin bazıları dijital ortamda kendini test etti son üç dört yılda. Bunlardan altı tanesini 2009 yılında ‘K2rik ve Gece’ başlığıyla genç yazar arkadaşların teşviki ve girişimiyle Buzul Dünya sitesinde yayınladık. Arafor öykü seçkisinden önceki ışıklı bir duraktır.
Bunun öncesinde bir vesileyle konuştuğum kadın okurlarım örneğin Muska ya da Çözücü adlı romanlarımı bayılarak okuduklarını, ama aslında bilimkurgu, gizem, fantastik dalında pek fazla okumadıklarını söylediler. Bunu son yirmi yılda bayağı sık duydum.
Neden kadınlar bilimkurgu sevmezler? Matematikçi ve şair de olmazlar. İsterlerse yapabilirler. Kadınların tercihi değildir. Ve samimi söylüyorum, kadınlar bilimkurgu sevmemekte haklıdır önemli ölçüde. Şimdi isim vermeden söyleyeyim. Ünlü klasik bilimkurgu romanlarına bir göz atın. Büyük bir bölümünün dili kurudur, anlatım yüzeyseldir. İç düşünceler ve bilinç akışı cılızdır. Karakterler bir gölge gibidir. Arkaplan bilgiler yetersizdir. Öykü tüm gücüyle teknik bir yeniliğin şaşırtıcılığı üzerine yüklenmiştir daha çok. O yenilik zaman içinde demode olunca geriye tarihi bir esinti ve kayıttan başka bir şey kalmıyor. Daha yeni yapıtlarda da esas sevilenler ve zamana direnenler metinlerde toplumsal sorunlara, insan hallerine ve edebiyata önem verenlerdir.
Bu nedenle benim ana şiarım üç vitesliydi. İyi kurgu, kaliteli ve akıcı dil kullanımı ve şaşırtıcı (toplumsal ve metafik beklenti yüklü) alanların taranması. Öykülerimde elden geldiğince bu üç olmazsa olmazı yoğun vermeye çabaladım. Ve sonuç aldım. Kadın okuyucular giderek öykülerimin tiryakisi oldular.
-Arafor, SY Yazı Medeniyeti'nde yeni bir ülke ya da harekat... Devamı nasıl olacak?
Bazı öyküler uzun öykülere, romanlara evrilecek. Belki filmlere de. Şu anda temelini attığım ve dizi karakteri kazanmış öyküden romana evrilmiş çalışmalarım var. Hemen hemen hepsi basıldı. Bu seri yazımlarda kadın erkek bir arada teşkil edilmiş ekipler var. Bunlar genellikle genç karakterler. Bazen üç kuşak bir arada bile olmakta. Mücadeleci ekiplerde genç kızların, kız çocukların, genç kadınların ve yaşlı ninelerin etkin bir rolleri var. Bu çizgiden de devam edeceğim. En yeni ağır top romanım Ağrıyan’da altı karakter var. Üçü kadın. Denge kurmaya devam yani.
-Çok yakında bir SY Sözlüğü yayınlanacağını biliyoruz. Buna hazırlanıyorsunuz hatta... Kurgunun ötesinde, bu dünyanın içindeki gerçek diğer dünyaları da okuma, görme çabası mı Sy Sözlüğü'nün ortaya çıkışı?
Ben yeni bir kelime bulmak için çabalamam. Yazarken ya da düşünürken kendi kendine geliverir aklımın ucuna. Mesela son türettiğim kelime yazdığım en son öyküye başlık ararken bir anda çıktı ortaya. Demirzâr. Demir ile Zâr’ın füzyonu. Son Demirzâr adıyla Kayıp Rıhtım sitesinde yayınlandı.
Tirildeme, Tirildetir, TÖHAF, İdeaot, Sezildem, Vehimiçi, Korkulobin vb. bunlar zaman içinde kullanım alanı buldu. Bir de aforizmatik zemberekle kurulmuş yüzlerce cümle var. Bazıları vezinle yazılmış duygusu veriyor bana. Lisedeyken fen bölümü öğrencisi olduğum halde, iyi bir edebiyat eğitimi gördüm. Uzun yıllardır yabancı bir dil faunasında yaşamamın yanı sıra bunun da izleri olmalı.
Kelimeler anlam taşıyan cılız eşekçiklere benzer. Ayakları tökezler, yan yana uzun bir süre (cümle teşkili için) duramazlar. Bu nedenle günlük dille çetrefilli bir meseleyi izah etmek zordur. Çeşitli yüzdelerde imkânsızdır da. Soyutun güzelliği. Soyutun dayanılmaz hafifliği de denebilir. Fizik kanunları, matematik formülleri, denklemler de evrenin muhtevası üzerine çok şey anlatır. Bu nedenle zorlama olmayan, eve ait olan yeni deyimler, kelimeler kavrama gücümüzü artıran bir işlev görür.