22 Temmuz 2012 Pazar

"Kadınlar bilimkurgu sevmemekte haklılar..."

Yaptığınız hakkında düşünmeyi seven bir yazarsınız... ARAFOR da bunun en incelikli örneği, ne dersiniz?
Düşünceyi yoğururken biraz ara verip yaptığımız şey aslında nedir diye bakarız zaman zaman. Ben son dört yılda aylık zaman dilimlerinde kısa öyküler üretirken, üç öyküden birinde kadın kahraman yarattığımı farkettim. Kadın kahramanlar türeteyim diye çıkmadım yani bu yola. Neredeyse zihnim kendi seçti ilham konularını diyeceğim geliyor. ‘Aldı sazı eline’ derler ya, kadın kahramanlar öykünün direksiyonuna geçiverdiler. Doğal yönlenmeyle yazdım bu öyküleri.
Kadınların hayal ve fantezilerimizde lup fantastik kurgularda yeterince olamamaları durumu sizi neden bu denli endileşelendirdi ki Arafor'un çıkış noktası bu tam da... Dünyada genel olarak kadınların zayıf temsil edildiği alanlar, bazı istisnaları hariç çeşitli oranlarda hastalıklı, gergin ve sevimsizleşmeye eğilimli alanlardır.
Ben on yedi yaşından bu yana fizik, kimya ve matematik dersi verdim. Bilimde ve teknikte ileri gitmenin önkoşullarından biri kadının da bu hevese dahil edilmesidir. Erkek bir kişidir. Kadın iki, üç, dört… Bilimkurgu, gizem, fantastik öykü okuyan, bazen de yazan kadınları ve onların yetiştireceği çocukları düşündüm. Bilim toplumu hayalim var Türkiye için. Teknolojik çöplük olmakla yetinemeyiz. Bu tür öykülerin zihin enginleştirici, ufuk açıcı bir işlevi var.
Kitap çıkmadan önce kadın okurlarla yaptığınız okuma paylaşımlarından nasıl tepkiler sonuçlar aldınız?
Öykülerin bazıları dijital ortamda kendini test etti son üç dört yılda. Bunlardan altı tanesini 2009 yılında ‘K2rik ve Gece’ başlığıyla genç yazar arkadaşların teşviki ve girişimiyle Buzul Dünya sitesinde yayınladık. Arafor öykü seçkisinden önceki ışıklı bir duraktır.
Bunun öncesinde bir vesileyle konuştuğum kadın okurlarım örneğin Muska ya da Çözücü adlı romanlarımı bayılarak okuduklarını, ama aslında bilimkurgu, gizem, fantastik dalında pek fazla okumadıklarını söylediler. Bunu son yirmi yılda bayağı sık duydum.
Neden kadınlar bilimkurgu sevmezler? Matematikçi ve şair de olmazlar. İsterlerse yapabilirler. Kadınların tercihi değildir. Ve samimi söylüyorum, kadınlar bilimkurgu sevmemekte haklıdır önemli ölçüde. Şimdi isim vermeden söyleyeyim. Ünlü klasik bilimkurgu romanlarına bir göz atın. Büyük bir bölümünün dili kurudur, anlatım yüzeyseldir. İç düşünceler ve bilinç akışı cılızdır. Karakterler bir gölge gibidir. Arkaplan bilgiler yetersizdir. Öykü tüm gücüyle teknik bir yeniliğin şaşırtıcılığı üzerine yüklenmiştir daha çok. O yenilik zaman içinde demode olunca geriye tarihi bir esinti ve kayıttan başka bir şey kalmıyor. Daha yeni yapıtlarda da esas sevilenler ve zamana direnenler metinlerde toplumsal sorunlara, insan hallerine ve edebiyata önem verenlerdir.
Bu nedenle benim ana şiarım üç vitesliydi. İyi kurgu, kaliteli ve akıcı dil kullanımı ve şaşırtıcı (toplumsal ve metafik beklenti yüklü) alanların taranması. Öykülerimde elden geldiğince bu üç olmazsa olmazı yoğun vermeye çabaladım. Ve sonuç aldım. Kadın okuyucular giderek öykülerimin tiryakisi oldular.
-Arafor, SY Yazı Medeniyeti'nde yeni bir ülke ya da harekat... Devamı nasıl olacak?
Bazı öyküler uzun öykülere, romanlara evrilecek. Belki filmlere de. Şu anda temelini attığım ve dizi karakteri kazanmış öyküden romana evrilmiş çalışmalarım var. Hemen hemen hepsi basıldı. Bu seri yazımlarda kadın erkek bir arada teşkil edilmiş ekipler var. Bunlar genellikle genç karakterler. Bazen üç kuşak bir arada bile olmakta. Mücadeleci ekiplerde genç kızların, kız çocukların, genç kadınların ve yaşlı ninelerin etkin bir rolleri var. Bu çizgiden de devam edeceğim. En yeni ağır top romanım Ağrıyan’da altı karakter var. Üçü kadın. Denge kurmaya devam yani.
-Çok yakında bir SY Sözlüğü yayınlanacağını biliyoruz. Buna hazırlanıyorsunuz hatta... Kurgunun ötesinde, bu dünyanın içindeki gerçek diğer dünyaları da okuma, görme çabası mı Sy Sözlüğü'nün ortaya çıkışı?
Ben yeni bir kelime bulmak için çabalamam. Yazarken ya da düşünürken kendi kendine geliverir aklımın ucuna. Mesela son türettiğim kelime yazdığım en son öyküye başlık ararken bir anda çıktı ortaya. Demirzâr. Demir ile Zâr’ın füzyonu. Son Demirzâr adıyla Kayıp Rıhtım sitesinde yayınlandı.
Tirildeme, Tirildetir, TÖHAF, İdeaot, Sezildem, Vehimiçi, Korkulobin vb. bunlar zaman içinde kullanım alanı buldu. Bir de aforizmatik zemberekle kurulmuş yüzlerce cümle var. Bazıları vezinle yazılmış duygusu veriyor bana. Lisedeyken fen bölümü öğrencisi olduğum halde, iyi bir edebiyat eğitimi gördüm. Uzun yıllardır yabancı bir dil faunasında yaşamamın yanı sıra bunun da izleri olmalı.
Kelimeler anlam taşıyan cılız eşekçiklere benzer. Ayakları tökezler, yan yana uzun bir süre (cümle teşkili için) duramazlar. Bu nedenle günlük dille çetrefilli bir meseleyi izah etmek zordur. Çeşitli yüzdelerde imkânsızdır da. Soyutun güzelliği. Soyutun dayanılmaz hafifliği de denebilir. Fizik kanunları, matematik formülleri, denklemler de evrenin muhtevası üzerine çok şey anlatır. Bu nedenle zorlama olmayan, eve ait olan yeni deyimler, kelimeler kavrama gücümüzü artıran bir işlev görür.

20 Temmuz 2012 Cuma

"Roman senfoni, öykü konçerto, şiir ise sonattır."

"Roman senfoni, öykü konçerto, şiir ise sonattır."İlk kitabını yayımlayan tiyatrocu, yazar ve çevirmen Gökçe Tuncer ile her şeyi konuştuk...

-Göz Müptelası, dokunsanız uçacak, hem buralı hem çok yerden öyküler. Bunları nasıl bir araya getirdiniz?
Göz Müptelası’nda yer alan öykülerden bazıları benim ilk göz ağrılarım. Bunca yıl bir köşede bekletip, kimselere göstermediğim, pamuklara sarıp sarmalayıp dünyaya açılacakları gün için hazırladığım öykülerim. İçlerinden sadece biri daha önce okurlarla bir öykü seçkisinde buluşmuştu; okuyanlar bilir; bilmeyenler ise tahmin haklarını kullansın. Geri kalan öykülerin hiçbiri gün yüzü görmedi Göz Müptelası’nın yayınlandığı ana kadar. Bu ilk kitap, bir anlamda benim bugüne kadarki yazma serüvenimin de bir özeti gibi. Yakın durduğum üslupların, biriktirdiğim sözlerin ve sevdiğim ifade biçimlerinin bir bileşkesi de diyebiliriz. Aslında geç kalmış bir ilk kitap; belki çok daha önce okurlarıyla buluşması gerekirken nadasa bıraktığım, sokağa kolay kolay salamadığım, benden kopup gitmelerini kabullenemediğim için benle beraber büyüttüğüm, yıllar geçtikçe olgunlaşan, hatta kimi değişimler geçiren öykülerden oluşan bir kitap. Her bir öykünün yazımı yaşamımın farklı bir dönemine denk geldiği için bir yanıyla retrospektif bile sayılabilir; yazılmış ilk öyküm de, yayınlanmış ilk öyküm de, yazılmış en son öyküm de bir arada çünkü Göz Müptelası’nda. Arada başka öyküler, ya da öykü dışında başka denemeler olmadı mı diye soracak olursanız, elbette ilk ve son öyküm arasında yazmış olduğum daha bir dolu öykü var. Onların da okurla buluşacağı gün gelecek elbette. Ancak sizin de belirttiğiniz gibi, daha uçucu öyküleri yan yana getirmek istedik burada. Yazılmış olup da sırasını bekleyen diğer öykülerden daha farklı bir yerde duruyordu çünkü ilk kitap için seçtiğimiz öyküler. Hem buralı, hem de dünyalı olmaları konusundaki tespitinize gelince, insanın kendi yazdıklarını, bir üçüncü göz gibi değerlendirmeye kalkışması kolay iş değil, ne olursa olsun öznellik giriyor devreye, özbenlik giriyor, kimlik giriyor. O yüzden bu konuda yorum yapmamın pek de doğru olacağını sanmıyorum.
-Tiyatro, yazarlık, çeviri ve televizyon. Bütün bunları tek bir kalem ve zihinle yapmak nasıl bir varoluş sizce?
Çocukluğumdan beri hep yazı yazdım ve tiyatronun içinde oldum. Yazı ve tiyatro, hayatımın en önemli parçaları olageldi. Aldığım dil eğitiminin ve edebiyat sevgimin buluşmasıyla da çeviri girdi yaşamıma, üniversiteden itibaren. Bu disiplinlerin zaten birbirlerinden çok ayrı, çok farklı olduklarını düşünmüyorum. Tiyatroyla ya da tiyatroda var olan biri için yazı, pek de uzak bir ülke değildir; dikkat ederseniz, çoğu tiyatro insanı, şu ya da bu şekilde yazıyla iç içedir; farklı türlerde de olsa kalem oynatmaktadır. Tiyatro, öncelikle yazılı bir alandır zaten, bir edebi türdür. Amatör ya da profesyonel olarak tiyatroyla uğraşan bir kişinin, edebiyattan kopuk olması düşünülemez. Belki bilfiil yazı yazmıyordur ancak ifade yeteneği ister istemez gelişkindir. Dolayısıyla, tüm bu alanlarda tek bir zihinle ve tek bir kalemle ürün vermenin çok da şaşırtıcı bir durum olduğunu düşünmüyorum.
Televizyonda da işin mutfağında çalıştım hep, yapımcı, editör ya da metin yazarı olarak. Sektöre ilk adım atışım da zaten bir kültür sanat programıyla olmuştu ve neredeyse gönüllü yapacak kadar çok seviyordum işimi. Daha sonraki televizyon deneyimlerimde de sanatla, edebiyatla ya da en azından müzikle iç içe oldum. Haber, spor ya da siyaset programında çalışmadım örneğin hiç. Ancak zamanla, içimdeki oyuncu ortaya çıktı ve sahnede ya da kamera önünde olmam gerekirken kamera arkasında olmama içerlemeye başladı. Çok şey öğrendim, çok güzel anlar, anılar ve dostluklar biriktirdim televizyonculuk yıllarımda ama oyuncu egom nihayetinde öyle bir ağırlığını hissettirdi ki bundan sonra kamera arkasında kalmaya devam edersem mutsuz olacağımı anladım. O süreçte de, aynı zihin ve aynı kalemle hareket ediyordum, hiçbir zaman yazar ya da oyuncu yanımı rafa kaldırmamıştım. Kendimi hiçbir zaman sadece bir televizyon programı yapımcısı olarak hissetmedim, hissedemedim.
-Öykülerinizde çok rafine bir dil var. Elbette eğitimleriniz ve varoluşunuzdan damlıyor bu dil. Romanda, şiirde sanki daha çok yer ve fırsat varken öykü, bize hiç hareket alanı bırakmıyor nedense. Ve buna rağmen çok hafife alınıyor bu tür...
Öykü çok daha öznel bir alan. Yalnız yazar için değil okuyucu için de. Romanda geniş geniş ifade etme, olay örgüsünün peşinden sürüklenme imkânı, dolayısıyla dediğiniz gibi hareket alanı daha fazlayken, öykü bizi kısıtlı bir alanda hapsediyor; ancak bu kısıtlı olma hali kimileri için dezavantaj iken kimileri için avantaj olabiliyor. Öykü yazmayı tercih edenlerin bu hali bir avantaj olarak gördükleri aşikâr. Romanın sınırsızlığı aslında yazara sınırlılık getirirken, öykünün sınırlılığı sınırsızlık getiriyor. Demek istediğim, sınırsız bir özgürlük alanındansa sınırlı bir özgürlük alanı zihni ve asıl önemlisi imgelemi daha da özgür kılabiliyor. Hafife alınmasına gelince, yalnız ülkemizde değil tüm dünyada öykü, roman kadar ilgi görmüyor. Belki de öykünün okuyucuyu zorlayan bir tür olmasından kaynaklıdır bu durum. Öykü, okuyucusundan fazlasıyla katılım bekler, konsantrasyon ister, öykünün beklentisi yüksektir; roman gibi bir başlangıcı ve sonu olmayabilir öykünün; okuyucuyu belirli bir zaman dilimine kilitleyebilir; hatta tek bir anda dondurabilir zamanı. O tek bir anda ifade edilmesi gereken ne varsa, imgeler, sesler, kokular, yüzler, renkler, hepsini birkaç sayfada aktarabilir. Hani bazen, küçücük bir an, koskoca bir hayat gibi gelir ya bize, işte öykü de, o küçücük anları anlatır; hayatınızda aslında çok büyük anlamlar içeren o küçük anlar ne kadar çoksa (ya da siz o anların ne kadar farkında oluyorsanız) öyküye o kadar meyilli bir okursunuz demektir. Bu bağlamda, öykünün, romandan daha çok çaba gerektiren, daha çok özen ve nezaket isteyen bir tür olduğunu düşünüyorum. Bazıları niyeyse öyküyü romandan önce geçilmesi gereken bir dönem, romana giden yolda bir basamak olarak görür; oysa ben, öykünün, başlı başına bir dünya olduğunu ve bir yazarın öyküyle başlayıp yaşamının sonuna kadar öykü yazabileceğini savunuyorum. Göçüp gitmiş ya da halen yaşamakta olan birçok öykücüyle de bu noktada hemfikir olduğumu biliyorum. Tomris Uyar, öyküde bir “aydınlanma ânı” olduğundan söz eder. Kanımca, bizi öykü yazmaya sürükleyen şey de o ‘aydınlanma ânı’ zaten. Roman için daha uzun bir hazırlık süreci gerekirken, öykü için o ‘aydınlanma ânı’nı beklemek gerekiyor. Klasik müzikten yardım alarak bir benzetme yapacak olursam, benim için roman senfoni, öykü konçerto, şiir ise sonattır. Hiçbiri, bir diğerinden daha az değerli ya da değersiz değildir.
-Öyküleriniz uzun bir dönemin eseri ve sanırım sık yazan bir yazar değilsiniz, ama okurlarınız için yeniden okunacak kitaplar yazdınız ve yazacaksınız. Edebiyatta ilkesel olarak nasıl bir duruş olmalı sizce?
Yazı ne zaman kapıma geldiyse ben onu o zaman içeri aldım. Masa başına oturup saatlerce beklemedim onu hiç; kendimi zorlamadım. Kalemimin, kağıdın üzerinde boş boş gezindiği de oldu, karşı konulmaz bir gücün etkisinde koştura koştura yazdığı da. (Büyük olasılıkla kalem ve kağıt imgeleri, yazma eylemini bilgisayar klavyesiyle sınırlandıran bir nesil için fazlasıyla uzak gelecektir.) Kimi zaman, gecenin bir vakti, tam başımı yastığa koyduğum sırada beni dürtükleyip elime küçük not defterimi tutuşturdu; kimi zaman derin bir uykudan uyandırıp bilgisayar başına oturttu. Utanması sıkılması yoktur yazının; kendini kabul ettirmesini, sözünü dinletmesini bilir. Ancak belki de ben onu zorla göreve çağırmadığım, uykusundan uyandırmadığım için dizginler daha çok onun elinde; onun keyfine göre işliyor zaman. O ne zaman isterse o zaman bir araya geliyoruz. İşte bu yüzden sözünü ettiğiniz sonuç ortaya çıkıyor; sık yazmıyorum diyemesem de düzenli bir şekilde yazmadığımı itiraf edebilirim. Bu da, yazıyla aramızda belli bir anlaşma olmamasından kaynaklanıyor; o canı istediğinde ziyarete geliyor, ben de onu kabul ediyorum. Bazen çok uzun bir süre misafir kalıyor bende ve ben işte o süreçlerde deli gibi üretiyorum, bazen de bir göz kırpması kadar kısa bir süreliğine uğrayıp kaçıyor. Kısacası bana emrivaki yaptığı zamanlarda ben onun emrine amade oluyorum. Arayı uzattığı dönemler olsa da, yazının asla beni terk etmeyeceğini biliyorum, dolayısıyla evet, yeni öyküler, yeni kitaplar da gelecektir elbette. Ama ne zaman, bunu size söyleyemem çünkü ben bile bilmiyorum!
Edebiyatta ilkesel olarak nasıl bir duruş olmalı sorunuza ise şöyle bir yanıt verebilirim, bana kalırsa edebiyat zorlamayla, ısmarlamayla, okuyucu profili ya da piyasa düşünülerek hayata geçirilecek bir olgu değil; edebiyat, yatağını kendi belirleyen ve istediği yöne özgürce akan bir nehir; nehrin yatağını değiştirmeye, onu yönlendirmeye çalışırsanız, güzelliğinden ve özgünlüğünden çok şey kaybeder. Günümüzde ‘edebiyat’ adı altında maalesef sadece piyasa koşulları, genel eğilimler ve moda deyimle ‘trendler’ hesaplanarak üretilen eserlerle çok sık karşılaşıyoruz. Bence bir yazar, hiçbir kişi, hiçbir akım, hiçbir kitle gözetmeksizin, kaleminden döküldüğü gibi yazmalı. “Şurasını şöyle yazarsam daha çok okunur...”, “Burasını böyle yazarsam daha çok satar” dediği anda, orada edebiyattan söz etmenin anlamı kalmamıştır artık. Yazarın asıl arayışı, okurun ruhuna ulaşmak, yüreğine dokunmak, belleğine sızabilmek olmalı. Okuru tek bir kişi bile olsa. Düşünün ki, değil internet, değil televizyon, telefonun bile henüz icat edilmediği, hatta elektriğin var olmadığı yüzyıllarda yaratılan eserleri bugün ‘başyapıt’ olarak kabul ediyoruz; bu da demek oluyor ki, ancak her türlü ticari kaygıdan uzak olduğu zaman edebiyat yüksek bir düzeye ulaşabilir.


-Göz Müptelası ile birlikte bir şiir kitabı daha geldi, biliyoruz. Ondan söz eder misiniz?
Bir önceki sorunuza verdiğim yanıtta da belirttiğim gibi, yazı ne zaman kapıma geldiyse onu içeri davet ettim. Yazı kimi zaman öykü biçiminde ziyaret etti beni kimi zaman şiir biçiminde. Ne zaman geleceğini öngöremediğim gibi nasıl ve hangi kılıkta geleceğini de bilemedim çoğunlukla. Uzunca bir süre, yazı sadece şiir biçiminde yokladı beni, bu şiirler o dönemin ürünü. Daha sonraları, nedendir bilmiyorum, şiir kılığında karşıma çıkmaktan sıkılmış olacak ki öyküye dönüşüp çaldı kapımı sık sık. Sanırım şiirden öykü, öyküden şiir devşirmemi de sevdi ve bana oyunlar oynadı zaman zaman. Tam “tamam artık, bir daha şiir yazdırmaz bana” dediğim bir anda, yine sürpriz yapıp şiir biçimine bürünmüş bir halde çıktı karşıma. Ben yazıyı her haliyle kabul ettim; hiçbir kılığını bir diğerinden az - ya da fazla – sevmedim. Ama insan, bir şeyleri kategorize etmekten ve benzer ögeleri bir arada toplamaktan hoşlanan bir varlık, bu yüzden de öyküler öykü sepetine, şiirler şiir sepetine atılıyor ve öykü ayrı bir tür, şiir ayrı bir tür olarak kabul ediliyor. Oysa benim için, şiirle öykü kardeşten de öte.


-Tiyatro ve diğer ilgi-meslek alanlarınızda eserler bırakmayı düşünüyor musunuz?
Tiyatro benim hayatımda hiç eksik olmadı; ‘az’ olduğu dönemler oldu ama ‘eksik’ hiç olmadı. Belki de tiyatrocu bir ailenin içine doğmuş olmaktan kaynaklı bir içgüdüsel çekimdir benimki. Tiyatro ve edebiyatı birbirinden ayırmam mümkün değil. Tek fark, yazı, demin de sözünü ettiğim gibi ne zaman uğrayacağı belli olmayan bir esin iken, tiyatro uğruna savaş verilmesi gereken bir sevgili gibi. Edebiyat, siz onu istemeseniz de yakanızı bırakmıyor; oysa ki tiyatro ancak siz onu deli gibi istediğinizde, onun için mücadele ettiğinizde ve peşinden koştuğunuzda size yakınlık gösteriyor. İtiraf etmeliyim ki bu zor sevgiliye uzunca bir süre ilgi göster(e)medim, o da benden yüz çevirdi. Şimdilerde onu delicesine özlüyorum ve tekrar kalbini kazanmak için ne gerekirse yapmaya hazırım. Tiyatrodan uzak geçirdiğim yılları yarım nefes aldığım yıllar olarak kabul ediyorum. Nefesimi tam alabilmem için tiyatroya dönmem şart.
Çeviriden söz edecek olursak, çeviri asla tiyatro gibi bir sevda olmadı benim için, ancak yapmaktan her zaman zevk duydum; bunun da yine edebiyatla, yazıyla, dolayısıyla kelimelerle olan ilişkimden kaynaklandığını düşünüyorum. Bir başka yazarın kendi dilinde yazdıklarını dilimize aktarırken de edebiyat tadı aldığımı inkâr edemem. Bu noktada değişen sadece roller; yazarlık gömleğim üzerimdeyken, yaratıcı ben oluyorum, çevirmenlik gömleğim üzerimdeyken ise bir başka yaratıcının yaratısını ileten, dönüştüren kişi oluyorum. Edebiyat seçilmiş bir iş değil –iş demek de tuhaf geliyor ya!- bir esin, bir sunu, bir vahiy; oysa ki çeviri, saatlerinizi harcamanız gereken, hareket alanı, çevireceğiniz metinle sınırlı olan bir iş. Yeri gelmişken şunu da belirtmek isterim, çeviri müthiş bir beyin gücü, konsantrasyon ve adanmışlık gerektiriyor ve maalesef ülkemizde bunun karşılığı yok; çevirmenler büyük emekler harcayıp çevirdikleri ürünlerden ne yazık ki son derece düşük ücretler alıyorlar. Çevirinin, yaşamını sürdürebilmek için seçilmiş bir iş olduğu gerçeğini göz önüne alacak olursak, edebiyattakinin aksine, maddi kazanç beklentisinin daha yüksek olmasını yadırgamamamız gerekmektedir.
Sonuç olarak, tiyatro ve edebiyat vazgeçilmezlerim; çeviri ise zaman zaman el attığım bir alan sadece. Hayatımın geri kalanında tiyatroda daha çok var olmayı, yazının da beni daha sık ziyaret etmesini diliyorum. Çeviriyi bıraktım anlamına gelmesin bu; aklıma yatan, dilimize aktarmaktan keyif alacağım bir metin olursa yine çevirmenlik gömleğimi zevkle giyerim üstüme. Aslında uzun zamandır, bir tiyatro oyunu çevirme fikri dolanıyor kafamda. Başka bir hayalim ise, kendi çevirdiğim bir oyunda rol almak. Gerçekleşir mi gerçekleşmez mi bilemiyorum ama düşüncesi bile heyecanlandırıyor beni.

14 Temmuz 2012 Cumartesi

Kahvenin İstanbul'a Gelişi ve Kahvehaneler

Kahvenin İstanbul'a Gelişi ve Kahvehaneler
Salah Birsel'in aktardığına göre "kahve Türkiye'ye, İstanbul'a 1543 yılında Kanuni Sultan Süleyman çağında gemilerle getirilir". Kahvenin daha sonra Fransa'ya (1653), ardından da Viyana ve Orta Avrupa'ya girmesini Türkler sağlamışlardır. İstanbul'daki ilk kahvehaneler, XVI. yüzyıl ortalarında açılır ve hemen yayılır.
"Peçevi, o yıl İstanbul'a Halep'ten Hakim adında bir herif, Şam'dan da Şems adında bir zarif geldiğini yazar. Bunlar Tahtakale'de birer dükkan açıp "kahvefüruşluk"a başlamışlardır. Keyiflerine düşkün kimi "yaranı safa" özellikle "okur-yazar makulesi"nden nice zarifler buralarda toplanır olmuştur. Kimi kitap okur, kimi tavla oynar, kimi satranca gömülür. Kimilerinin getirdiği "nevgüfte" gazeller ise sanat üzerine konuşmalara yol açar. Dostları bir araya getirmek için "nice akçeler ve pullar" sarf edip şölen yapanlar artık burada bir iki akçe kahve parası vermekle bir araya gelirler".
Aydınların, okur yazar grubunun toplanma mekanı haline gelen kahvehaneler, kısa zamanda anlaşmazlık konusu olur. Yobazlar, halkın kahvelere akın ettiğini, camilerin boşaldığını bahane ederek buralara gidilmemesi için fetva verirler, "kahveler kötülük ocağıdır, meyhanelere gitmek oraya gitmekten iyidir" sözleri yankılanmaya başlar. İmparatorluğun zayıfladığı, devlete karşı örgütlenmelerin görüldüğü dönemlerde ise kahvehaneler, işbirlikçilerin, muhbirlerin kolayca girebildikleri ve kontrol edilebilen toplanma mekanları olması dolayısıyla tercih edilir. Bu yüzden kahvehaneler bulunmaz birer açık mekandır.
Salah Birsel'in aktardığına göre, "1592'den sonra artık her sokak başında bir kahvehane vardır. Kışsahanlar, çengiler de bu kahvelerde hüner gösterirler". Kahveler, artık çeşitli gösterilere sahne olan, hünerlerin sergilendiği, dönemin sanatsal ve politik yaşamının tartışıldığı mekanlar haline gelir. Öyle ki kahvehanelere methiyeler dizilir, gölge oyunu ve çeşitli gösterilerin tadına buralarda varıldığı belirtilir: "Başka olur Hacivat'a başka lezzet verir Sonunda kamer hanım'ın eliyle uzatılan kahve".
Sayıları hızla artan kahveler ve kıraathaneler, aydınların önemli buluşma yerlerinden biri olur. Yazarların buralarda geçirdikleri saatler o kadar uzar ki kahveler, günün hemen tamamında açık olan bir uğrak yeri haline gelir. Dönemin önemli yazarları belki "yataklarını alıp kahveye taşınmamıştır, ama her gün kahvede üç, beş, on saatlerini geçirmeden edememişlerdir".
IV. Murat'ın 1633'de kahveleri kapatma kararını verdiğinde artık kahvehaneler şehrin önemli birimlerinden biri olmuştur. Pekçok kültürde benzer toplanma ve "kahve içme" dükkanları vardır ama herhalde Türk kahvehanelerinin çeşitli ve farklı yapısı derhal kendini gösterir. Tabii hemen akla gelen Paris kahveleri ile karşılaştırılınca, Türk kahveleri daha sıcak ve insancıl özellikler taşır. Zamanın Osmanlı toplum ve kültür yapısından kaynaklanan ve azınlıklar arasında fark gözetmeyen yönetim geleneğinin ayakta olduğu dönemlerde Türk kahvehaneleri için söylenen şu sözler, atmosferi daha iyi açımlamaktadır:
"XIX. yüzyılda, İstanbul'da, kahve yirmi paraya içilir. Kırk para verenler çokça bir saygı görür. Ama bu saygı kimseden esirgenmez. Denebilir ki, Türkler kadar insansever, Türkler kadar demokrat ruhlu insan azdır şu yeryüzünde. Theophile Gautier yırtık pırtık giysili serserilerin kahvelere şıkırdım giyinişli kişilerin yanına gelip peykelere kurulduğunu görünce çok şaşırmıştır. Hele kendi altın işlemeli kollarını yanındakinin yağlı kolundan kaçırmayan insanların tutumu onu iyiden iyiye büyülemiştir. Gautier, Türklerin yabancılara gösterdiği saygı üzerinde durur. Ona göre, Paris'teki cakası bol kahvelerden birine gidecek olan bir Türk orada alaylı taşlamalar, kaba davranışlarla karşılanır. Oysa Türk kahvelerinde yabancılara terbiye dışı hiçbir davranışta bulunulmaz".
Anlaşılan o ki 1500'lü yıllarda açılmaya başlayan ve aynı yüzyılın sonralarında hemen her sokak başına kadar yayılan kahvehaneler, İstanbul'un renkli mozaiği içinde önemli bir yer tutmuştur. Azınlıkların, yabancıların, hatta her sınıfın biraraya geldiği mekanlar olarak önemli bir toplumsal işlevi de üstlenen kahvehanelerin, bugünkü politikacıların da hedef bölgeleri olma nedenini anlamak hiç de zor değil. Her kesimden ve her gruptan insanı yanyana getiren kahvelerin bugünkü konumu değişmiş midir bilinmez ama, herhalde hala en rahat, en sıcak mekanlardan biridir.

ÖZLEM TURAN BELKIS
(SALAH BİRSEL'İN KAHVELER KİTABI VE GÖSTERİ SANATLARINA İLİŞKİN BÖLÜMLER adlı eserinden alıntıdır...)