28 Eylül 2012 Cuma

Yaşayan Aşk Şiirleri



Abbas Karakaya

SENİNLE BİR GÜN BİR GÜLE

gökyüzü benim de şemsiyemdir tanığım olsun
toprakla, ölümlerle, yolculuklarla aynı yaştayım

güneşle uyanıyorum, geceye de borcum var
kayalıklara tünemiş kartalların kalbiyle aynı yaştayım
ilk yalnızlıklardan aldım, sesim vadilerde şimdi   
meğer kendi küllerinden doğuyormuş gökler de    
seni haklı çıkarmak için çektirdim bunca yıl fotoğraf
ağaçların oralardan geçtim, konuştum onlarla
gövdeleri tanık, yaprakları da gördü beni

bunca yıl çektirdimse fotoğraf, -gökyüzü şemsiyemdir tanığım olsun-
yüzünü bana dön diyedir, bunca yıl belki de seni bulmak için
çektirip durdum fotoğraf

yüreğime en yakın sensin, bunu artık anladım
adınla başlayan, adınla anılan her şeymiş, bunu anladım
yoktur ki zaten ama değil mi aşkta geç kalmak
içimdeki anka aslında senmişsin bunu o gece anladım

bana seni bulduran bu kalp kayalıklarda dinlenen kartallarla aynı yaştadır
beni sana getiren bu kalp birazdan havalanacak kartallarla aynı yaştadır
beni buralara getiren kalp simurg ile aynı, külleriyle aynı...
gün ışığıyla kardeştir, geceyle akran

küllerinden doğan gökyüzü ile aynı yaştadır anladım.

kuyu da havuz da bir kaynaktan alır suyunu 
azar azar dolmak seninle bir gün bir güle dönüşüp taşabilmek içindir 

28-29 Haz. 12 Lawrence-KS


Arzu Arabacıoğlu

NİSAN 2011

Aylar sonra görünce anladım,
Sana hayır dediğim günler için
Ne kadar pişman olduğumu.
Nereden bilebilirdim ki,
Bu kadar özlemiş olacağımı.
O nasıl sarılmak, koklamak saclarımı,
O nasıl dokunuş...
Pamuk oluyorum sana değince
Ve tekrar dikenli çiçeğinin içinde ham pamuk
Sen gidince.


Aycan Türk

SEVİYORUM

Yankılanırken yalnızlık içimde kulaklarımda çınlıyor sesin
Ellerim buz tutmuş, eskiden sen tutardın ısıtmıyor şu nefesim
Hayalin var içtiğim suyumda sigaramda,
Sensizim bomboş hayatımda
Aşkta her şey mübahmış, hadi durma dön gel artık,
Düşmüyor ismin dudağımda
Seviyorum seni dayanamam yokluğuna
Seviyorum, nolur dön bana
Seviyorum, Aşık!
Zil zurna aşığınım! harcadım gözlerimi yollarda
Seviyorum!

Ben ve sessiz benliğim kovalıyoruz gölgeleri bu loş ve kasvetli evde
Sesler değilim hiç duyduğum
Sanki delirdiğimi fısıldıyor bir kahin beynimde
Ne yaptın bana söyle, çıldırdım aşkından bak
Aşkta her şey mübahmış, hadi durma dön gel artık
Düşmüyor ismin dudağımda
Gemileri son bir kere yak!
Seviyorum seni dayanamam yokluğuna
Seviyorm, nolur dön bana
Seviyorum, Aşık!
Zil zurna aşığınım! harcadım gençliğimi uğrunda
Seviyorum!

Gaip

1186 yılında papa III. Urbanus ölüm döşeğinde artık cenneti bulmaları için gönderdiği adamların dönüşlerini görmeyeceğini düşünerek Seher’den aldığı kitabı adamı Pierre Blois’a emanet eder; ona gelip kendisini bulduklarında kitabı ait olduğu kişilere emanet etmesini söyler. Papalık arşivine ise kitabın bir suretinin ve mevcut çevirisinin sanki asıl olan oymuş gibi konulmasını buyurur.
Kitap yıllar içinde unutulacaktır. Ta ki tapınağın rahipleri tarafından bulunana kadar... Bulunan gerçek kitap sırlarıyla birlikte Alessandro di Mariano Filipepi (Botticelli)’ye teslim edilmiştir.
Mario (George’un da yardımıyla) tapınağın büyük üstadı Alessandro di Mariano Filipepi’nin isteğiyle papalık arşivindeki kitabı kopyalamaktadırlar. Ancak bu kitap gerçek değildir; bunu ikisi bilmemektedir. Kopyaladıkları III. Urbanus tarafından oraya konan sahte kitaptır. Ancak kitabı yoklamak için gelen ruhun (Seher) neden olduğu korku nedeniyle sonuçlarını düşünmeden kitabı çalarak oradan uzaklaşır. İkisi birlikte Alessandro’nun yanına giderler. Alessandro onlara elindeki gerçek olan kitaptan söz eder. Bu artık eyleme geçmeleri için bir uyarıdır. Ancak Mario ve George engizisyon rahipleri tarafından öldürülürler. Alessandro ise finans bulmak için kitabı Saksonya Dükü Frederick’e gönderir, yolda kitap Osmanlı atlıları tarafından çalınır ve sultan III. Beyazıt’a hediye edilir.
Alessandro di Mariano Filipepi’den sonra Leonardo da Vinci büyük üstat olur. Ölüm konusunda araştırmalar yapmaktadır. Bu arada bir sanatoryumda ölümü bekleyen Paolo Toscanelli ile görüşmeler yapmaktadır. Yaşlı adam konuşmalarının devamında Leonardo’ya seçildiğini söyler. Bu seçim Leonardo’nun cinler tarafından yazılmış olan yazmaların koruyuculuğu görevi anlamına gelmektedir. Leonardo kayıtlarında belirtilen Kait-Bai için fantastik bir yolculuğa çıkar. Orada cinlerin sultanından konu hakkında bilgi alır. İnsanın yaradılışında ne gibi olayların yaşandığını öğrenir. Kitap korunmak zorundadır. Kitabı kendi ölüm zamanı geldiğinde Fransa kralı François’a bırakır.
Sadrullah bir cami hocasıdır. Suhtelerine bildiklerini öğretmektedir. Aynı zamanda gaip ile bağlantı kurabilmek için tılsımlar yapmaktadır. Sadrullah’ın gaip ile olan ilişkileri sıklaştıkça gerçek ile gerçek dışı yer değiştirmeye başlar. Cinler Lilith’den olmadırlar; Lilith Adem’in ilk karısıdır. Lilith ile Adem arasında yaşananları öğrenir. Kendisine bu arada bir kitap yazdırılmaya başlar.
Evengel, Seher’den sonra kitabın koruyucusu olacaktır. Seher kitabın papalık arşivinde olmadığını öğrenmiştir ve kitaba o an için sahip olan Beyazıt’tan alınmasını düşünmüştür. Evangel bu amaçla yolculuğuna başladığında Reis bey tarafından Ukrayna taraflarında esir alınır ve satılmak üzere İstanbul’a getirilir. Bu Evangel’in yapması gereken yolculuğudur. Evangel’i almak için gelen esir tüccarları kadından korkarak oradan ayrılmaktadırlar. Kadının namı yayılır. Beyazıt rüyalarında bir kadın görmektedir ve tarifini Sadrazam Ali Paşaya yapmıştır. Paşa köle kadın ile padişahın rüyalarındaki kadının benzerliğini hissedip kadının hareme getirilmesini buyurur.
Beyazıt zevk ve sefa içinde yaşarken bir suikast girişimi sonrasında ağır yaralanır. Bunun tanrı tarafından kendisine doğru yola dönmesi için bir uyarı olduğunu düşünür ve kendisini dine verir. Tefekkürlerinde kendisine akıncıları tarafından ele geçirilen kitaba ilgi duymaya başlar. Kitapla birlikte büyük korkuların içine düşer koca sultan. Bu arada bir metin yazmaya başlamıştır. Bu günlerden birisinde Sadrullah gelip sultana kendisine yazdırılan kitabı sunar; iki kitap arasındaki benzerlik dikkat çekicidir. Sadrullah sarayda kendisine verilen odada intihar eder. Bu dönemde Selim’in tahtı ele geçirmek için babasının sultanlığına karşı girişimlerde bulunmaktadır. Onunla savaşır. Ama oğul ısrarcıdır. Evangel saraya, hareme getirilir ve sultana sunulur. Sultan onunla konuşur, o zaman içinde bulunduğu durumu fark eder ve oğlunun ısrarlarına karşı durmak tahtı ona teslim eder. Dimetoka’da dinlenmek niyetindedir ama oğlu tarafından zehirlenilir.
Bu üç ruh (Leonardo, Sadrullah ve Beyazıt) cennetin peşine giden ve orada ölen üç ruhtur. Yeniden doğmuşlardır ve hepsi ölümlerinden sonra Arafat’ta birleşirler. Orada dördüncü ruh kendilerine katılacaktır.


Gaip

442 sayfa
 

27 Eylül 2012 Perşembe

Futbol sadece bir oyun! Ve kadınlar her zaman iyi 'oyun' oynar!


Futbol, kuralları standart şekilde belirlenmiş bir spor, evet! Ama bunun bir adım ötesine gidersek, futbolu bir 'oyun' olarak tanımlamak da mümkün. Sahada karşılık iki grubunun bir topun etrafında, iki kaleyi kullanarak birbirlerine 'gol atma' oyunu... Üstelik tarihi geçmişi M.Ö. Asya Hun Devleti'ne kadar uzanıyor. Bununla birlikte Homeros da Odysseia'da top oyunlarından bahseder ki futbolun takma isimleri arasında The beautiful game de var :)
Dünya üzerinde çok büyük bir sektöre dönüşmüş olan futbol, bu güne kadar ağırlıklı olarak 'erkek' oyunu olarak kabul ediliyor. Peki neden? Bunun nedeni aslında çok basit! Hiç bir kadın -ya da çoğu- bir topun arkasında 90 dakika koşmaz çünkü bunu çok da akıllıca bulmaz... Evet, kadınlar çok daha zor sporları yapıyor ve başarılı da oluyorlar.
Ancak besbelli ki topun arkasında 90 dakika koşmak pek de zevkli değil. Şurası bir gerçek ki kadın tutku duymadığı hiçbir şeyin peşinden koşmaz... Fakat yine de Türk toplumu düşünüldüğünde doğuştan varolan kadın özgürlüğüne, toplumun verdiği biçim, Türkiye'de futbolun sadece erkek 'sporu' olmasını yoğun bir şekilde desteklemiştir. Bugün de farklı değil bu! Kız çocukları da 'kadın' olmanın bilinci ile büyütülmüyor mu? Hangi aile, kızının ciddi bir ataerkil sporu olan futbolla ilgilenmesine izin verir! Pek fazla olmasa gerek...
Genç bir kız ergenlik dönemininde de 'futbol'u bilinçli olarak seçip, oynamak için istek dahi gösterse sanırım Türkiye'de böyle bir alt zemin çok da oluşmuş değil... Bu tabii daha çok futbol otoritelerini ilgilendiriyor.

Daha da ötesinde, kadının her şekilde -kocası, sevgilisi ya da oğlu aracılığıyla yaşamına giren futboldan zevk alması mümkün mü?
Bugünlerde futbol maçlarını izleyen kadınlarımızı da görüyoruz. Elbette kadın olarak bu tür sosyal ortamlarda bulunulmalı... Fakat şurası çok ilginç ki, kadının bu ortamı yumuşatması gerekirken, ortam kadını sertleştiriyor! Saha kenarında futbol izleyen kadın da adeta erkekleşiyor ve ciddi ciddi hakeme ve futbolcuya küfrediyor. Bu durumda futbolun vahşi cazibesinin kadını da baştan çıkarttığını söylemek sanırım yanlış olmaz!

Bu durumda ben şöyle düşünüyorum: Acaba futbol maçları küfür etmeden izlenebilir mi? Açıkçası bir futbol karşılaşmasını izleme deneyimim hiç olmadığı için bu soruya cevap vermem çok zor. Fakat benim evimde futbol izlendiğinde, önce futbol izlenen odanın kapısını, sonra da kendi çalışma odamın kapısını kapatıyorum. Çünkü kardeşimin ses tonu 90 dakika boyunca ilginç söylemlerle yüksek bir performans gösteriyor...

Futbol sadece bir oyun! Kadın ya da erkek futbolun bir 'oyun' olduğunun bilincinde olursa, 90 dakika sadece sahada kalacaktır.
Fakat bir başka gerçek daha var: Futbol büyük bir endüstri ve giderek kadınları da ele geçiriyor.

13 Eylül 2012 Perşembe

Stadyum


Onu ilk kez gördüğüm stadyumun yerinde şimdi yeller ve kuzey rüzgârları esiyor.
Şehrin en işlek semtleri içinde kalan stadyumum adını söylersem herkes bir anda günahlarımı öğrenme şansına erişecek ki bunu istemiyorum.
Çıplak bir başıma çaresiz kaldığım rüyalarımın kabusa dönüştüğü gecelerden birinde, çırılçıplak stadyumun giriş kapısını arıyordum.
Bir başkasında ben stadyumun en yüksek yerinden bilet kalmadığı için içeri giremeyen topluluğun içinde kalan ona bakıyordum ve gene çıplaktım. Arkamı dönmem gerekiyordu tribün kalabalığına, onu görmeli ve bana bakmasını sağlamalıydım, ama yapamıyordum.
İç çamaşırlarımı kat kat giyinmiştim maça girerken. Onları çıkarıp birbirine ekleyerek ona indirecek ve yukarı yanıma çekecektim.
İç çamaşırlarımın birbirine dolanmaları, çözülmemeleri, maçın başlama düdüğünün sürekli çalması, maçın nedense bir türlü başlayamaması bana ecel terleri döktüren nedenlerdendi.
Oysa onunla olmalıydım bu sefer. İlk kez isteyerek buraya onun için gelmiştim, ama o yoktu. Televizyonlarda maç izlerken kadınlı erkekli sevgili sarmaş dolaş seyircileri görür hep imrenirdim ve hayatımda hiç maça gitmemiştim. Bu yüzden olsa gerek stadyumlar bana hep mabed gibi gelirdi ve ben o mabedin dinine mensup değildim. Rüyalarım dışında girmem yasaktı. Orası erkeklerin dinine özgü ve aitti.
Stadyumun yerinde şimdi büyük bir alışveriş merkezi duruyor dersem, kim anlar acaba... Stad taşındı elbette, ama rüyalarımdan taşınmadı.
Onu unutamıyorum ve nerdeyse her gece aynı maçı görüyorum. Hiçbir yüzü hatırlamıyorum. Kimse o maçlara gitmemiş gibi. Bense hala stad dışına bakıp onu arıyorum.
Yine de rüya olduğuna hala inandığım, ama şehirde hemen hemen herkesin her şeyin, gazetelerin ve ekranların tersine tanık olduğu sahnenin mimarı benim.
Benim.
O maçta, sahaya atlayıp, sonunda onun beni görmesini sağlamak için sahanın ortasına kadar koşan çırılçıplak kadın.

YELDA KOŞAN

11 Eylül 2012 Salı

Bilge kadının taşı

Dağlarda seyahat eden bilge bir kadın, bir dere kenarında değerli bir taş bulmuştu. Ertesi gün kadın başka bir gezginle karşılaştı. Adamın karnı çok açtı. Bilge kadından yiyecek bir şeyler istedi.
Kadın ona bir şeyler vermek için çantasını açtı-ğında değerli taşı gören adam, kadından onu da kendisine vermesini rica etti. Tereddütsüz:
“Olur” dedi kadın.
Aç gezgin, talihin nihayet kendisine yaver gitti-ğini düşünerek, sevinç içinde ayrıldı oradan. Ancak, birkaç gün sonra o civarlara geri geldi ve bilge kadını bularak, taşı kendisine iade etti.
“Bana verdiğin taşın ne kadar değerli olduğunun farkındayım” dedi adam. “Ama düşündüm ki, sen de bu taştan daha değerli bir şey var. Bu mücevheri verebilmeni mümkün kılan şeyi bana verir misin?

Yaşlı adam ve çocuklar

Yaşlı bir adam emekliye ayrılır ve kendine bir lisenin yanında küçük bir ev alır. Emekliliğinin ilk bir kaç haftasını huzur içinde geçirir ama sonra ders yılı başlar.
Okulların açıldığı ilk gün, dersten çıkan öğren-ciler yollarının üzerindeki her çöp bidonunu tekmelerler, bağırıp, çağırarak...
Bu çekilmez gürültü günler sürer ve yaşlı adam bir önlem almaya karar verir.
Ertesi gün, çocuklar gürültüyle evine doğru yak-laşırken, kapısının önüne çıkar, onları durdurur ve “Çok tatlı çocuklarsınız, çok da eğleniyorsu-nuz. Bu neşenizi sürdürmenizi istiyorum sizden. Ben de sizlerin yaşındayken aynı şekilde gürül-tüler çıkarmaktan hoşlanırdım, bana gençliğimi hatırlatıyorsunuz. Eğer her gün buradan geçer ve gürültü yaparsanız size her gün 1 dolar vere-ceğim” der.
Bu teklif çocukların çok hoşuna gider ve gürül-tüyü sürdürürler. Birkaç gün sonra yaşlı adam yine çocukların önüne çıkar ve onlara şöyle der, “Çocuklar enflasyon beni de etkilemeye başladı, bundan böyle size sadece 50 sent verebilirim.” Çocuklar pek hoşlanmazlar ama yine devam ederler gürültüye. Aradan bir kaç gün daha ge-çer ve yaşlı adam yine karşılar onları.
“Bakın” der, “Henüz maaşımı alamadım bu yüzden size günde ancak 25 sent verebilirim, tamam mı?”
“Olanaksız bayım” der içlerinden biri, “Günde 25 sent için bu işi yapacağımızı sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Biz işi bırakıyoruz.”

Ya bardak olacaksın ya da göl

Ustaların çıraklarına sadece edindikleri mesleği, zanaatı değil hayatı da öğrettikleri, en geniş ve
gerçek anlamıyla öğretmen oldukları dönemde Hintli bir ahşap ustası yaşıyordu.
Bu ustanın çırağı büyüdü, ahşap islemeyi ve hayatı öğrendi, kendi işini kurup başlattı.
Bir süre sonra dostlarından biri oğlunu getirdi, ustadan onu yanına çırak almasını istedi.
Fakat bu çırak sürekli yakınıp duran, her şeye bozulan bir çocuk çıktı.
Ustaların çıraklarına sadece edindikleri mesleği, zanaatı değil hayatı da öğrettikleri, en geniş ve
gerçek anlamıyla öğretmen oldukları dönemde Hintli bir ahşap ustası yasıyordu.
Bu ustanın çırağı büyüdü, ahşap islemeyi ve hayatı öğrendi, kendi işini kurup başlattı.
Bir süre sonra dostlarından biri oğlunu getirdi, ustadan onu yanına çırak almasını istedi.
Fakat bu çırak sürekli yakınıp duran, her şeye bozulan bir çocuk çıktı.
Tahta getirmeye gidiyor, döndüğünde ellerine kıymık battığından uzun uzun
yakınıyordu. Bir iş teslim etmeye gidiyor, dön-düğünde yoldan, sıcaktan,
müşterinin tavrından yakınıyordu.
Usta çocuğa bir şeyler anlatmaya çalışıyordu ama sözlerinin hiçbir etkisi olmuyordu.
Bir gün usta çırağını köye tuz almaya gönderdi.
Çırak ustasının söylediği gibi, tuzu alıp döndü. Usta bir bardak su getirmesini söyledi. Çırak bir bardak suyu getirdi.
Usta, ''şimdi o tuzu suyun içine at'' dedi. Çırak ustasının söylediğini yaptı.
Sonra usta 'şimdi o suyu iç' dedi. Çırak suyu içti ve tabii ki içer içmez de tükürdü. Öfkeyle usta-sına bakarken, usta 'Nasıldı tadı' diye sordu.
Çırak nefretle, 'çok acı' dedi.
Usta çocuğa 'Tuzu yanına al gel, gidiyoruz' dedi. Çırak ustasının peşine takıldı. Bir süre sonra civardaki gölün kıyısına geldiler.
Usta çırağa 'Bütün tuzu göle dök' dedi. Çırak söyleneni yaptı.
Usta 'Şimdi gölün suyundan iç' dedi. Çırak içti.
'Suyun tadı nasıldı' diye sordu usta. Çırak, 'çok güzeldi' dedi.
'Peki tuzun acısını hissettin mi' diye sordu bu kez de
çırak '' dedi.
Usta çırağı karsısına oturtup anlattı:
'Hayattaki bütün olumsuzluklar işte bu bir avuç tuz gibidir. Eğer sen küçük bir bardak su isen, nasıl tuzun bütün acısını tattıysan, hayatın bütün olumsuzluklarından da öyle etkilenirsin.
Eğer sen kişiliğinle ve gönlünle bu önümüzdeki göl gibi isen, hayatta karşılaşabileceğin bütün olumsuzluklar seni, o bir avuç tuz gölün suyunu nasıl etkilediyse öyle etkiler, bir bardak suda tattığın acıyı vermez sana.
Seçim senindir:
Ya bardak olacaksın ya da göl...

101 Sufi Öykü

10 Eylül 2012 Pazartesi

Hayal Kırıklığı


Hayatımın yirmi sekiz yılını yaşayıp bitirdiğimde öğrendiğim şeylerden biri de seçeneklerin sonsuz olduğuydu. Seçme şansı verilmiş her birimize ve sonuçlarıyla kendimiz başa çıkıyoruz.
Ruhumun nelere dayanabileceğini, içimi cız eden şeyleri, duygularımın derinliklerine inen dokunaklı anları, aklımın kıyılarında dolaşan ihtiras, tutku, utanç izleri, hayatın karmaşık döngüsü ve hayal gücümü sonuna kadar zorlayan hikayelerin en sıra dışı halleri, en sürükleyici tatları aldığım dönemde rastladım ona..
Ayaklarımın üzerine basan, güvenli, dişi mi dişi, az kaçık, çok ukala tavırlarıma hayran kaldığını belli etmekten hiç çekinmedi.
Herkes gibiydi ilk bakışta, bir geçmişi, şu anı ve gelecekle ilgili umutları olmalıydı. Endamı ben buradayım der gibiydi. Keskin bakan gözleri içime işlemişti ve içime işleyen tek şey gözleri olmadı. Tanışmamızla sevişmemiz arasında geçen zaman dilimi olabildiğince azdı.
O gece ayrıldık isimlerimizi bile sormadan. Bir tatlı esinti gibi geçmişti üzerimden. Aklımda kalan ise bir ömür boyu unutulmayacak şeylerdendi.
Hayat devam ediyordu, ışıltılı geceler, eğlenceli tatiller, huzur dolu sohbetler, köpek gibi çalışmak, trafik, sıcak…
Tanımadığım, bilmediğim ama yüreğimde özlediğim o adam aklıma gelmesin diye kaç tanesiyle çıktığımı, kaçını öptüğümü bilmiyordum. Bildiğim tek şey geceleri yastığa başımı koyduğumda içimden gelen mırıltıların her geçen gün arttığıydı:
- Ne olur ruhum, gel artık... Öyle hasretim ki sana, rüyama bile gelsen avunucam’
Sabah oluyor hep bir şeylere, bir yerlere koşup dururken buluyorum kendimi. Bu koşunun sonsuza kadar süreceği düşüncesi ise kemiriyor içimi. Bir tek şey olabilir diyorum benim koşumu durduracak, aşk’ın şefkatli kolları... Eğer bulamazsam koşup duracağım.
Ne sıcak bir gündü. Yolda gördüğüm arkadaşımla beraber soğuk bir şeyler içmek için girmiştik oraya. Tek başına oturuyordu, hüzünlü, dalgın.. beni görünce başını önüne eğerek verdiği ufak bir selamla yetindi. Cesaret edemedim yanına gitmeye, cesaret edemedim aylardır onu düşündüğümü söylemeyi, yanımdaki arkadaşım yerin dibine girsin istedim. Korktum yanlış anlamasından. Saçma sapandım, düşündüğüm şeylere kendim de inanamadım. Boş ve ruhsuz görünüyordu onun haricindeki herkes. O ise kalemle bir şeyler karalıyordu. Elindeki kağıdı katladı, ayağa kalktı, bize doğru yürüdü, kağıdı bana uzattı ve fütursuzca çekip gitti.
Kâğıdı açıp okuduğumda aynen şöyle yazıyordu:
‘Beni başka tenlerin terinde arama ey sevgili, ben aldığın nefesteyim..’
Delice koştum arkasından durdurdum onu soluk soluğa, tam konuşacakken parmaklarıyla dudaklarımı kapatarak ‘gel’ dedi..
Gel!..
Sorgusuz sualsiz gidecektim, atla uçurumdan dese atlayacaktım, huzurluydum nereye gittiğimi bilmediğim halde.
Elimden tuttu, içime güneş doğdu sanki, öylece bakıyor gülümsüyordu. Küçük bir müzik kutusundan gelen ses gibi rahatlatıyordu içimi.
Hayat ne çok vaktimi almıştı şimdiye kadar, böyle duyguları ilk kez yaşatıyordu bana, biri geldi geçti, biri güldürdü, biri gurur duydu, diğeri alkışladı, biri canımı yaktı, biri anlattı anlattı, ama hiçbirisi şu andaki kadar iyi hissettirmedi.
Deniz kenarındaydık, hem yürüyor hem konuşuyorduk, uzun uzun bahsetti kendinden, yaşadıklarından, geçmişinden hayallerine kadar.. bir kelimesini bile kaçırmamaya çalışıyordum. Enterasandı anlattıkları, bir ara gözlerimi kapatarak yaşadım hayatını.. bir film şeridi gibi geçti gözümün önünden. Tek tek her saniyesini hatırlarcasına tüylerim diken dikendi. Gerçek mi diye dehşete düştüm.
Hayat işte.. ve çılgıncasına akıp giden zaman, bütün yaşanan çelişkiler, kuralları yıkmak isteyen duygular, hissettiğimiz farklı heyecanlar..
Seviyordum onu, hem de çookk...
Günlerimiz beraber geçmeye başlamıştı. Çoğu gecelerde ise şehvetin doruklarına çıkıyorduk. Yorgun bedenlerimiz birbirinde huzur buluyor, terli, ıslak birleşmelerin ardından kenetlenip uyuyakalıyorduk.
Sıcak bir gecede gözümü açtığımda yanımda olmadığını gördüm ve mutfağımdan fısıltılar duydum. Hemen kalkıp baktığımda elinde bıçakla öylece duruyordu.
Korkuyla sordum:
- Neler oluyor?
- O buradaydı, dedi.
- Kim?
- Beni öldürmek istedi, o kadın buradaydı, teh-likeli, korkarım sana da zarar verecek ama ben korurum seni, merak etme ne olur; diyerek yanıma yaklaştı elinde bıçakla, iyice dehşete düşmüştüm.
- Burada kimse yok! dedim.
- Az önce buradaydı, sen gelince gitti, dedi.
Neden görmemiş, duymamıştım, garip geldi, yalan söylediğini düşündüm. Acaba bana mı zarar verecekti, korku doluydum. Yaklaşıp sarılmak istediğinde kendimi geri çekecek kadar ürkmüştüm.
O geceden sonra bana anlattıklarını tek tek düşünüyor ve bazı şeylerin imkansız olabileceğini daha iyi anlıyordum. Hakkında söyledikleri sanki bir hayalden ibaretti. Geçmişi uydurulmuş şeylerden oluşuyor gibiydi. Ama davranışlarında herhangi bir gariplik yoktu bu zamana kadar.
Akşam yemeği için sözleşmiştik. Ona sorularım olacaktı. Kahkahalarla başlamıştı sohbetimiz. İltifatlar ediyor, çok neşeli görünüyordu. Ama birdenbire bu hayattan kurtulmak istediğini söyledi. Bunu beraber yapmalıyız dedi.
Dünyanın ne güven duymaya, ne değer vermeye, ne yaşamaya uygun olduğunu, sevgimizi, aşkımızı, şefkat, özlem ve hüzünlerimizi bu şeytanlara yem olarak vermememiz gerektiğini, sevdiklerimizin bizden alınıp götürülmesine karşı çıkmamızı, bizim güçlü olduğumuzu, bu dünyaya yenilmememizi, merhametsiz, saygısız, akılsız insanlarla aynı ortamlarda kalmamamızı anlatıp duruyordu. Ve tüm bunları yaparken yanında olup olmayacağımı soruyordu.
Anlayamıyordum artık onu, konuyu değiştirerek gördüğü o tehlikeli kadını sordum. Bize nasıl zarar verebilir dedim. Hiç cevaplamadı. Geceyi onun evinde geçirdik. Uyandığımda yanımda değildi. Küçük bir not buldum yanı başımda:
Sevgilim, bu sabah seni uyandırmaya kıyamadım. Aceleyle çıkmam gerekti. Dün gece sen kollarımda mışıl mışıl uyurken düşündüm de sahip olduğum en güzel varlıksın. Seni kendi cehennemime çekemem. Davamı sen olmadan sürdüreceğim. Ne zaman kendimi mutlu hissetsem bir terslik çıkardı. Şimdi de öyle hissediyorum. Ama korkmuyorum bundan, oysaki daha önceleri ödüm patlardı. Hayatımdaki varlığından, bana yaşattığın bu mutluluktan dolayı minnettarım. Uyandırmaya kıyamadığımdan o güzel yüzünü öpemeden gidiyorum. Hoşça kal ‘aşk’ ..
Bıraktığı notu okurken yüzümü bir gülümseme almış ama içim içimi yiyecek kadar da rahatsız olmuştum. Bir veda mı başlangıç mı olduğunu anlamadım. Ama yüreğimi iyi ile doldurarak kalktım yataktan. Toparlanıp evime gittim, oradan da işe koşturdum. Akşama kadar ne aradı ne de aradığımda cevapladı.
İş çıkışında soluğu onun evinde aldım. Sevgilim ıslak saçlarıyla banyodan yeni çıkmış haliyle açtı kapıyı, içeriden mis gibi kekikli et yemeği kokusu geliyordu. Kapıyı ardına kadar iterek beni içeri çekti ve dudaklarıma minik bir öpücük kondurdu. Onun bu git gel lerine yetişemiyordum. Sabah bıraktığı veda mektubu gibi nottan sonra tüm gün ona ulaşamamam içimi hüzne boğmuştu, ama şimdi hiçbir şey yokmuş gibi karşılıyordu beni.
Yaptığı o güzel yemeği beraberce yedik sonra film izlemeye koyulmuştuk ki içimi kemiren o kadını tekrar sordum. Bir rüya yada halüsinasyon görmüş olabileceğini söyledim.
Hiç beklemediğim bir tepkiydi bu seferki; birden ayağa kalkıp yüksek sesle konuşmaya başladı. Hatta bağırıyordu. Sakin olması için yaklaştım ama beni iterek asabi hareketler sergilemeye başladı. Öylece kalakalmıştım. Eve gitmek istediğimi söyleyerek kapıya yöneldiğimde ise kolumdan tutarak kendine çekti. Direndiğimde kolumu daha da acıtıyordu. Bir şekilde kurtularak kaçtım ondan. İnce ayaklı küçük bir masa vardı odada. Hızla masanın üzerine vurdu, paramparça oldu masa.
Ben ise koltuğun köşesinde oturmuş, başımı dizlerimin arasına toplamış titreyerek izliyordum onu. Öylesine zavallı göründüğümü düşündüm ki yanaklarım gözyaşlarımla ıslandığı zaman..
Bana baktığında sinir şokundan biraz da olsa toparlanmış gibiydi. Dayanamamış olmalı ki yanıma yaklaştı, elini ıslanmış yüzümde gezdirdi, sımsıkı sarıldım ona, hıçkırıklarım boğazımda kalıyordu boğulurcasına. Sabaha kadar bırakmadan sardık birbirimizi.
Ne çok seviyordum onu..
Sabah olduğunda, arkamdan yanaşıp belime sarıldığında, kulağımın altından boynuma doğru bir öpücük kondurduğunda, ılık nefesini hissettiğimde her şeyi çoktan unutmuştum.
Günlerimiz böyle sevgiyle, aşkla devam ediyordu. Zaman geçtikçe gariplikler listesi uzuyordu. Ben sevgilimin ilaç içtiğini fark edene kadar da iniş çıkışlarla sürdürmüştük ilişkimizi. Merakım özel eşyalarını karıştıracak kadar ayyuka çıkmıştı. Kullandığı ilaçların şizofreni tedavisi için olduğunu öğrendiğimde ise şaşkınlıkla ve üzüntüyle boğazıma bir şeyler düğümlenip öylece kalmıştım. Şimdi pek çok şey yerine oturuyordu. Olmayan şeyleri görüp duyması, koku alması, kendini bu dünyadan soyutlayıp, görmek istediği, yaşamak istediği hayatların içinde bulması..
Sevdiğim adam hastaydı ve bana her zamankinden çok daha fazla ihtiyacı vardı.
Bir akşam yemeğe davet ettim, sevdiği yiyeceklerden yaptım. Toplu saçlarımı, makyajsız yüzümü ve kısa elbiselerimi çok severdi. Özenle hazırlandım.
Kapıda beliren upuzun endamına, derin bakan gözlerine bir kez daha aşık oldum.
Yemekten sonra, sakin ve yumuşak bir ses tonuyla hastalığını öğrendiğimi, bunu atlatmak için ne gerekiyorsa yapacağımı, onun yanında olup beraberce çözebileceğimizi ve onu ne kadar çok sevdiğimi söyledim.
Hiç konuşmadan dinledi önce ama sonra birdenbire ayağa kalkıp bağırmaya başladı..
- Yazıklar olsun.. nasıl yaparsın bunu, ne hakla, nasıl burnunu sokarsın işlerime, neden özel hayatıma karıştın?
Gerçekten deliye dönmüştü. Şizofren olduğunu öğrenmemin verdiği utanç mıydı yoksa geçirdiği nöbetlerden biri miydi?
Sakin olması için yalvardım, yaklaşmaya çalıştıkça sürekli itiyordu beni. Birden cama döndü..şehre tepeden bakan geniş penceremin önündeydi. Yağmurdan dolayı sürekli şişip de zorlukla açılan pervaz bir anda açılıverdi. Pencerenin üzerinden aşağı bile bakmadan kendini boşluğa bıraktı gözlerimin önünde..
Telaşla aşağıya indiğimde yüzüstü, bir kolu bedeninin altında, diğer kolu kıvrılmış şekilde öylece yatıyordu yerde. Yüzünün yere değen kısmı tanınmayacak haldeydi. Bir anda bir sürü insan doldu çevremize. Ne bir ses duyabiliyordum ne bir şey hissedebiliyordum. Tamamen boşluk kaplamıştı içimi. Hatırladığım tek şey kollarımı onun cansız bedeninden zor ayırdıklarıydı.
Artık tüm yaşananlar uzaklarda kalan acı dolu hatıralar gibiydi. Şimdi yerinde koskoca bir boşluk bıraktı. Öyle garipti ki bu, yerini hiçbir şey dolduramıyordu. Ve yıllar geçse de hep bu şekilde olacak gibiydi.
Hayat, hayal kırıklığıyla doluydu.
Sevdiğim adam kollarımda ölmüşken benim yaşamak için ne sebebim vardı ki!



EMİNE EBRU


 


8 Eylül 2012 Cumartesi

İstanbul Yüzleri nasıl ortaya çıktı?



 

Ayşe Tatlıcı'nın bir İstanbul'u var... İki yakası bir araya gelmeyen bu şehirde o, birbirinden hayli uzak yüzleri yakınlaştırmak için kaleminin odak ayarını en özele almış durumda.

-İstanbul Yüzleri nasıl ortaya çıktı?
İstanbul'un yüzleri çalıştığım yerlerde yaptığım görüştüğüm insanların gerçek öyküleri sayesinde ortaya çıktı. Çocukluğumdan itibaren hikâyelere oldukça meraklıydım. İnsanları dinlemekten büyük keyif alırdım hala da alırım. Mesleğim dolayısı ile yine bu alanda işler yapmayı seçtim. Herkesin içinde farklı bir İstanbul’u vardır. Yaşanmışlıkları, anıları ve tarihiyle şehir, onu yaşayanların hayatlarında derin izler bırakır. İstanbul, herkes için farklı bir anlam taşır o yüzden. İstanbul’un Yüzleri de o şehri yaşamış ve hala yaşamaya devam eden öykülerden oluşuyor.  Çok sevdiğim sevgili Halil Gökhan ile çalıştığım dergi ve gazetelerde yapmış olduğum yayınlanmış öyküleri topladık. Her öykü de bir gizem bir hayranlık ve bir şehirde yaşanılan anılarla dolu. O yüzden İstanbul’un Yüzleri sadece bir kitap değil bir insanın belgesidir. 

-İstanbul'da kaç yüz var... Sayılabilir mi?
İstanbul o silüetinin içine öyle hayatlar öyle yüzler yediriyor ki ustalıkla uzaktan bakan kimse göremez. Ama silüetlerde uzaktan güzel görülür değil mi? Eskiyi korumakla tamamen yıkmak ve yenisini kurmak gibi düşüncelerden sıyrılıp bir türlü sonuca gidilemeyen ve olabilitesinden daha berbat durumda olan fakat hayranı olmakta inat ettiğim şehir İstanbul. Şehr-i harabe ileri gelecekte İstanbul. Milyonlarca hayat milyonlarca anı. Yazdığımız, çizdiğimiz, fotoğrafladığımız insanlara baktığımızda belki sayabileceğiz. Ama çok zor.

-Seni en çok etkileyen yüzler neler?
 Beni en çok etkileyen yüz istisnasız Koço ve Juanito'nun yüzü olmuştur. İkisinde de yaşamın bütün ayrıntıları yüz çizgilerinde gizliydi. Hikâyeleri de bir o kadar derin ve düşündürücüydü. Juanito, yıllarca Türkiye’de kendinden söz ettirmiş bir sanatçı. Gırtlak kanseri olmasından ötürü sesi ne yazık ki eski delikanlılığında değildi kısık ve yorgundu. İstanbul’da Galata da tanıştığım mekânda çok etkilenmiştim duruşundan. 1968 yılında Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmak için girişimde bulunmuş, o zamanki başbakan Demirel'e bir türlü ulaşamadığını, vatandaşlık başvurusunun o zamanki yetkililer tarafından "sen eskiden Osmanlı toprağı olan Tunus'da doğmuşsun, zaten Türk sayılırsın" denilerek sürüncemede bırakılmış, böylelikle juanito’nun vatandaşlık isteği bürokratik engellere takıldı. Türkiye'ye gelen ve halen Fransız vatandaşı olan Juanito, Türk vatandaşı olma hayâlini halâ içinde taşıdığını söylemişti. Çok etkilenmiştim.

-Fotoğraflarla o yüzleri anlatabilseydin bunlardan birkaç tanesi hangileri olurdu?
Derinliği olanları tercih ederdim sanırım. Özellikle Juanito ve Koço.

-Senin yüzünü tarif edebilir misin İstanbul'da?

Benim yüzüm İstanbul'un Adaları gibi. Geçmişte bir hikayesi olan ama şimdilerde o hikayelerle yaşamak ve hayatına giren yeni insanlarla bir şekilde ayakta durmaya çalışan. Hem sayfiye hem bir liman hem de bir tatil ama gelip geçici değil. Bir hikâyeyi okumakla yada başka bir hikayenin içinde kendini bulmak arasında belirgin bir bezerlik var. Ben kendimi tarif etsem de sen beni bambaşka görürsün. O yüzden bir insanın kendini tarif etmesi bence çok manasız birinin onu görmesi, okuması, onun hikayesinde onu bulması daha anlamlı geliyor bana. 

-Sonraki projeler kitaplar ve fikirlerin?
Rahmetli Gazeteci üvey babam Reha Mağden’in hayat hikayesini ve aşklarını yazmak istiyorum. Annemle tanışmaları ve yıllara yayılan aşk hikayeleri şimdilerde yaşıtlarım okusa umut verecek bir yazıt olurdu. Onu herkesin okumasını istiyorum, tanımasını, paylaşmasını. Belki bir kitapta onu anlatırsam sanki elime alıp okuduğumda ona bir yerim daha yakın olacakmış gibi geliyor.

www.aysetatlici.com

7 Eylül 2012 Cuma

Öykülerimden birisi bir gün mutlaka Hollywood'da film olacak


Ben, ilk öyküsü Varlık dergisinde yayımlanan (1989) ve şanslı dergi kuşağında yetişen yazarlardanım. İlk yayım tarihi esas alındığında ise 23. yılı oluyor yazarlığımın, ki bu sayma işi artık daha eski kuşaklara özgü. Günümüzde yeni nesil kuşaklar artık okurlarına daha yakın olduklarından takipçileri, üyeleri ve yorumcularıyla "sayılıyorlar"...
Bu türdeki sayma işinin çöl olduğu zamanlarda 1997'de, günümüzün ruhuna yakın bir internet içerik ortamına girmiştim, çok iyi hatırlıyorum. İstanbul'daki ilk ikamet yılımdı ve o işi, çok sevdiğim bir yazar arkadaşım bana ayarlamıştı, sağolsun. Kadroya başvurudan itibaren iki sene sonra girdiğim Superonline şirketi, alan adından da anlaşılacağı gibi İngilizce olan adını dünyada önlerde yer alacak bir vizyonla, hem de Türkiye'den almıştı.
Şimdi, bir dakika, ben ne anlatıyordum, buraya nasıl geldik.
Bu hep başıma gelir. Çatallı bir anlatım tarzım vardır. Yazılı ya da sesli "konuşurken" çatalın ana dalından daha çok önemseyebileceğim bir canlı dalla karşılaşınca diplerde, ona takıldığımı hissederim. Böylelikle ana daldan kopunca konu ve bağlam da dağılır; hemen konuştuğum kişiden yardım isterim: "Ne anlatıyordum ben?" İşte o zaman da onun dinleme kapasitesini test etmiş olurum. Açık söyleyeyim bu testi çoğu dinleyicim (!) geçmiştir.
Şimdi de aynı şeyi yaşadım: Ne anlatıyordum ben?
Hemen yazının başlığına bakıp durumu düzeltiyorum. "Öykülerimden birisi bir gün mutlaka Hollywood'da film olacak."
Bu önerme yirmili yaşlarıma ait aslında. Yazarlık dünyası -ki 4-5 senedir edebiyat dünyası demiyorum, zira 40 yaşına kadar ustalarla arandaki blokaj mesafesinin adı edebiyattır, ustalar yakınlarında gençleri sevmezler ve onları uzak, ilgilerini yakın tutmak için bir edebiyat terimi yaratmışlardır ki bu terimde yazarlığın kimlik tarafı eksiktir, sadece yazmaya odaklı bir alan tarif edilir ve genellikle orada kaybolduğun için kimseye rakip olup korkutamazsın, ama aslolan yediden yetmişe kadar yarışmaktır elbette - ne diyordum, yazarlık dünyası o yıllarda isimlere dayalı olarak çok daha engebeli, sarp ve uçum uçum uçurumlardan oluşuyordu... Yeni yazarın önünde müthiş bir dekatlon yarışı var. Atletizmde olduğu gibi toplam on yarış da olsa, yarış çok, ama yaşça senden ileri olanın doğrudan senden iyi olduğu -sayıldığı değil, günümüzdeki gibi- bir stadyum vardı. Bir yarışma havası, şenlik, huzur ve heyecan yan yana... Atletizmin o birleştirici, kavrayıcı ve sağlık tarafı bütün yazarlara, okurlara sinmiş, hazmedilmiş ve kazanılmış ayaklarla kendi boylarıyla yürüyor herkes.
Yoksa bunlar 20'li yaşların o saf idealizminin büyüteci ya da 3D gözlüğü müydü...
20'li yaşlarda sen "dünyayı değiştireceğim" dersin, senden öndekilerse "önce yarışmalısın," derler... Ya da sen o anlamı çıkarırsın her söylenenden. Ne söyledikleri önemli değildir. Zaten dünyayı değiştirmek isteyen birisi öncelikle, kendi egosu dışında bütün diğer otoritelere karşı sağır olmak zorundadır. Ve elinde harita yerine reçete vardır. Birçok reçetenin içinden tek bir haritaya doğru yapılan o yolculukta belki de parkurun zorluğu, senin de güçlü, ama yeni olman böyle algılamanı sağlıyordur.
İtiraf ediyorum ki bunların hiçbirini o günlerde düşünmedim bile. Sadece öyküler yazdım. Yüzlerce öykü. Kafamın içine edepli birisi girmiş ve beynimi tutsak etmişti. Ondan kurtulamayacağımı anladığımda ona uyarak kurtulma planları yapmak için kandırdım onu öykülerle. Her öykü yazışımda daha da susuyor ve uyuyordu. Uyandığında ise daha çok acıkmış bir halde etime saldırıyordu, ben de kolu bacağı kaptırmamak için anlatmaya başlıyordum. Düz, sıradan hikayeleri pek sevmiyordu, bense şaşırtmayı çok seviyordum. Bunun hep böyle devam edeceğine inanmaya başladığım bir zaman geldi ve çok korkmaya başladım. Ben yavaş yavaş o olmaya başlamıştım. O ise anlattıklarımla maddeleşip ben olmaya başlamıştı.
İşte Anahtar Deliği, yani 2000'li yıllarda yazdığım ve öyküler buzdağımın görünen kısmı sayabileceğim ilk öykü kitabım, onun ben olduğu ve uyutulduğu dönemlerde yazıldı. Ama ben kimim hala bilmiyorum...

HALİL GÖKHAN

Devamı var: HOLLYWOOD'DAN GELEN İLK TEKLİF (yakında)