9 Kasım 2012 Cuma

EY BOŞ BULUT SÖZÜM SANADIR

EY BOŞ BULUT SÖZÜM SANADIR


Kültürümüzün tek sorunu sanatçının nitelikli olarak sömürülmesi mi?


Son yıllarda kitaplı kültür dünyasının üzerinde hayalet bulutlar geziniyor. Bir bulutun en şanssız halini taşıyan bu bulutlar, yağmur bırakmadıkları halde ışık getiriyorlarmış gibi yaparak çıkardıkları 40 ampullük şimşeklerle atmosfere boş kaygılar, korkular bırakıyorlar aynı zamanda.
Yine de umut işçiliğine soyunmamız en doğru yol. Birileri bir şey satacak diye illa ki sanatçının, yazarın cebine el atmaları mı gerekiyor ya da onların desteklerini cami avlularına terk etmeleri mi?
Van depreminde ortaya çıkan bir gerçek, durumun ağırlığını bir kez daha ortaya koyuyordu: Bir yazar adayı, İstanbul'dan Van'a yardım kolisi içinde gönderdiği nevresimin içinde "kitap parası"nı unutmuştu. Haber hemen basına yansıdı ve para geriye sahibine gönderildi.
Bir fırıncıdan ekmek alır ve para ödersiniz. Ekmekçi size para vermez.
Bir çiçekçi kadınla uzun pazarlıklar yapar en uygununa çiçeğinizi alırsınız, çiçekçi kadın o kadar pazarlıktan sonra size neden para versin ki?
Peki durum, bütün dünyada en pahalı sektör olan kültüre gelince ülkemizde neden külahları değişiyoruz? Neden haklarımızın düzeni konusunda bu denli bilgisiz, görgüsüz ve istilalara açığız? Tamam biz davet etmiyoruz, sanatsal emeğimizi ucuza satalım, ürünümüzü yayınlamak için cebimize davranalım demiyoruz, ama birileri var ki onlar kara bulutlarla tepemizdeki ışık kaynağı güneşi, her şeyin anlam rengini ve renklerin anlamını veren bu büyük kuşatıcıyı geçici olarak engelliyor.
Bunlar ara ve kara dönemlerin akbabaları mutlaka, her zaman olmuşlardır olacaklardır da... Tarih de yarına kalmayış da geçicilik de en az beceriksizlik ve yeteneksizlik kadar onların en büyük cezaları...
Gerçi şu var: Yayınlarını destekleyen, yani kendi parasıyla eserlerini neşreden kişilerin de sanatsal anlamda çok yetenekli ve yarına kalma potansiyelinde olmadıkları da istatistiklerde açığa çıkan bir gerçek. Kültürümüzün tek sorunu bu mu? Sanatçının nitelikli olarak sömürülmesi mi?

Ben o 10.000'de bir geleni arıyorum

Çok oluyor, Fransa'da sadece Fransız yazarların eserlerini basan ve çok ödüller alan, yayımladıkları kitapları çoksatanlar listelerine sokan bir yayıncı, sorulan bir soru üzerine yayınevine yılda en az 10.000 tane dosyanın geldiğini, yayın ilkeleri doğrultusunda sadece 1'ni yayımlayabildiklerini söylüyordu.
Peki ne demek istemiş olabilir bu yayıncı şimdi?
Fransa'dan iyi yazar çıkma ihtimalinin 10.000'de 1 olduğunu mu? Yayınevlerine yılda (ki bu günde 25-30 dosya anlamına geliyor) 10.000 dosya geldği için çok tercih edilen bir yayıncı olduklarını mı? Yoksa Fransa'da çok kitap yazıldığını mı?
Türkiye'de böyle bir rakam olsaydı eğer -ki kadrolara oranla hemen hemen aynı katsayıda Türk yayıncılarının da başlarının ağrıdığını söyleyebiliriz- kimileri eminiz bardağın "dolu" tarafını görür ve 9999 dosyaya gözünü dikerdi. Hem de o 9999'un gelişme, ilerleme şanslarının bulunduğunu, zamanla iddia ve hırslarını kazanıp yeteneklerini bileyebilme şansları olduklarını düşünmeden...
Ne yazılan her kitap yayınlanmak zorundadır ne de yayımlanan her kitap iyi olmak zorundadır.
Keşke Kültür Bakanlığı'nın diğer bakanlıklar gibi zorunlu standartları olabilse; kaldı ki aynı bakanlık nerdeyse bu anlama gelebilen bürokrasi duvarlarıyla da ünlü. Bu konuya da br başka yazımızda kesin olarak geleceğiz.

Orhan Pamuk bile beşinci kitabında istediği üne ulaştı.
Ve sanırım sekizincisinden sonra Nobel kazandı. Velhasıl onuncu kitabından sonra başlara dönmeye aday neredeyse...
Ama Orhan Pamuk asla kitaplarını kendi parasıyla bastırmadı. Ve birçok yazar da bu raddeye geldiklerinde yayıncılık yapmaya başladılar ve bir yazardan daha fazla kazandılar kendi kitaplarından doğal olarak.
Kültür tarihimizde, yazar ve yayıncının üstünlüğünden çeşit üstünlüğüne giden bir kitap sektörü dönemindeyiz ne yazık ki. Hemen her yayıncının her türlü kitabı ve yazarı var. 30 sene öncesinin ideolojik kırılmalarının ve kopuşlarının sonrasında yeniden kendini başlatan kitap yayıncılığında başrol yazar ve aydınlardaydı. Siyasi ve insani açıdan çok kötü bir dönem olmasına rağmen bu ağır dönemi Türk yazarı ve aydını fırsata çevirmesini bildi. Özgür olsun mahkum olsun çalıştılar çabaladılar, nefes ve damarlarında hissettikleri insanlık onurunun, kültürün kalbi olduğunun bilinciyle ürettiler, yarattılar... Ezilmediler, ezmediler... Bu 30 yıllık dönemden -hatta ona 22 yıl da diyebiliriz- çok büyük bir kültür potansiyeli ortaya çıkardılar. Çağdaş ve modern oldular, dünyayı anında anlamaya ve aktarmaya çalıştılar.
İşte kafekitap ve benzerleri bu dönemin taşıdığı anlamların sonucu ortaya çıktı. Kafekitap, son 10 yılda kültürümüzün başına geçirilmeye çalışılan sıradanlığın nimetlerini hiç mi hiç umursamıyor ve ondan asla yararlanmıyor.




Kafekitap hakkında
Destek

4 Kasım 2012 Pazar

Marquis de Sade - KARIMA MEKTUPLAR

Marquis de Sade - KARIMA MEKTUPLAR
1778-1779

Türkçesi: Gül Kutluğ







7–28 Eylül 1778

Canım, dün sana yazdığım mektuptan  sonra, daha detaylı bir tanesini daha yazmama izin verdiler; göreceğin gibi, ben de bu fırsattan uzun uzadıya yararlanacağım. Ama ne sen, ne bir başkası, bu mektubu okuduğunuzda benim için korkmayın; yaşadıklarımı ilk ve son defa ayrıntılarıyla yazacağım. Yaşananları anlatmanın veya bunlardan yakınmanın bana hiçbir faydası olmuyor; bu nedenle, sana mektuplarımı okuduğunda, bana da bu satırları yazdığım süreçte azap çektirmemeleri için, bundan böyle burada olanlardan hiç sana söz etmeyeceğim.
Burada gördüğüm muamele o kadar saçma, sağduyu ve hakkaniyet kurallarına öylesine ters, öylesine beni ve çocuklarımı yok etmeye çalışan bir düşmanın eliyle hazırlanmış ki. Düşman derken elbette anneni  kastetmiyorum: belki de hiçbir zaman onun bu kadar haklı olduğunu düşünmemiştim ve şu an bunun pişmanlığını yaşıyorum. Mektuplar, görüşler, ortaya çıkan entrikalar, konuşmalar, beş hafta süren hürriyetim; tüm bunlar, tek kelimeyle, gözümdeki esrar perdesini kaldırdı… Artık onu suçlamıyorum… Ama nasıl olur da, bu oyunu ortaya çıkartıp yapılanları engellemek için mümkün olan her yolu denemedi, onu anlamıyorum işte; kim bilir belki de bu davayı çocukların lehine, benim aleyhime halledecekmiş gibi görünenlerin oyununa gelmiştir. Kim bu safsatayla yetinip, yargılanmanın salt bir itibar meselesi olmadığını anlamaz? İtibarın yitirildiği yerde şerefin telafi edilebileceğine kim inanır? Artık iş öyle bir boyuta geldi ki, maruz kaldığım bunca aşağılanmadan sonra, yargılanmamış olmanın benim için çok daha iyi olduğunu söylemekte sakınca görmüyorum. Artık insanlar bu davadan bahsetmekten neredeyse vazgeçmişti, zamanla da unutulup gidecekti. Ama itiraf etmeliyim ki, tüm bunlar beni bu son yaşanan kepazelik kadar üzmedi... Ne keder, yüce Tanrım! Ne azap! Tüm ailemle kucaklaşmış, onların hayır dualarını almıştım; kurtulduğumu herkes duymuştu, davada cinayet unsuru olmadığı karara bağlanmış, kesin bir biçimde ceza almayacağım söylenmişti. Tüm bunlar olup bittikten sonra, evimden, çapulcu haydutlara bile gösterilmeyen öfke ve hırs dolu, kaba ve küstah bir muameleyle, elim kolum sımsıkı bağlı bir halde, masumiyetimin ve tutukluluğumun kalktığının herkese ilan edildiği meydanlar boyunca, tüm şehrin sokaklarında yerlerde sürüklenerek götürüldüm. Söyle bana sevgili dostum, bu insanlar, sırf itibarımı yok etmek için bana bu şekilde davranacaklarına, kolay yoldan bir emirle evimde beynimi dağıttırsalardı, bundan bin kere daha iyi olmaz mıydı?.. Ah! Bunu ne çok isterdim, hem böylesi ailemizin şerefi için de iyi olurdu! Ama ne diyebilirim? Böyle davranmış olmaları, benim için olduğu kadar aslında beni yargılayanlar için de küçük düşürücü: suçluysam beni mahkûm etmeleri gerekliydi; mahkûm etmeyip, suçlu olmadığımı düşündüklerine göre, sonrasında da beni cezalandırmamaları lazımdı. Adaletin önüne çıktığımda, sanki mutlu yuvamdan mı çıkıp oraya gitmiştim? Bana yasal olarak yöneltilen tek suçlama fuhuş yapmamdı, peki bunun bedelini, on altı ay boyunca yaşadığım zorlu esaret süresince ödediğim yetmemiş miydi?
Bana böyle davranarak, insan haklarının tümünü ihlal etmeye cüret eden bu kişiler, kendilerini nasıl temize çıkartacaklar? Beş yıl boyunca gıyabımda uydurdukları iftiraları tekrar kullanıp beni yeniden mi karalayacaklar? Bunu yaparken en azından adaletten uzaklaşmasalar bari; olayı iyice araştırıp beni dinlemeden ceza vermeseler ne iyi olur. Bu süre içinde edindiğim onca yeni düşmanı unutmamın imkânı yok. Bir daha belimi doğrultamayayım diye ne çok kişi elinden geleni ardına koymadı! Özellikle yine bu aynı on altı ay boyunca, ne tuzaklar kuruldu, ne sahte raporlar düzenlendi! Tüm bunlar bir kenara konulup, sorgulamam yeniden yapılsa, tanıklar dinlense, kısacası hukuka uygun davranılsa, yalan  iddiaların tümü ortaya çıkacak. Tek kelimeyle, yemin ve iddia ediyorum ki, tek suçum, serbest bırakılacağına asılması gereken bu alçağa  beş yıl boyunca haddinden fazla güvenmem oldu. Ama istendiği zaman, suçsuz olduğumu belgelerle ispatlayacağım, çünkü tüm bu olayları ancak ben açıklığa kavuşturabilirim. Alın yazım, boşboğazlığım, hak etmeyen insanlara karşı gösterdiğim aşırı zafiyet ve güven, coşkuyla yazılmış mektuplarım, düşünmeden yapılan sohbetler siz ne demek istediğimi anlarsınız; kabul etmeliyim ki tüm bunlar yanlış tanınmama sebep oldu. Düşmanlarım da bu durumu aleyhime kullanınca sonuç ortada; temelde herkes benim böyle biri olduğuma inanıyor ve bana ona göre davranıyor. Neyse bundan daha fazla bahsetmeyelim; insanlık hala ölmediyse, gerçek ortaya çıkar ve savunmamı yapmadan beni mahkûm etmezler: Tüm isteğim bu.
Şüphesiz hiçbir şey Gaufridy davasının bende uyandırdığı tiksinti kadar büyük olamaz. Size durumu yazı ile bildirmiştim ama siz ve anneniz bu kalleşin yaptıklarıyla ilgili körleştiğiniz için, bana cevap bile vermeye tenezzül etmediniz. Sadece kendisinin sahip olduğu bu bilgiyle el atından para almış olabilir, bunu anlıyorum, peki ama bunu suiistimal edip tüm şehre yayması mı lazımdı? Kendisine, “Çok ileri gidiyorsunuz, size güvenen birine daha saygılı davranmalısınız” denildiğinde “Hayır, hayır, ben ne yaptığımı biliyorum” diyerek mi cevap vermesi gerekirdi? Sonrasında “Ama beyefendi, hepimiz gördük bunu… olay falanca yerde, herkesin gözü önünde olmuştu…” denildiğinde ise, işleri kendi arzusuna göre idare etmek isteyen, gözü dönmüş bir alçak gibi, bana küfürlerle mi saldırması lazımdı? Aldığı bin sekiz yüz liralık rüşvete karşılık, yıllık kira gelirlerinden bana dört yüz lira kaybettirdiğini o zaman öğrendim. Bu adam bir alçak; bunu ispatlamak için elimdeki ilk delil, Nanon’un serbest bırakıldığı zaman La Coste’a gelip kaledekilerden birine anlattıkları; ihtiyaç durumunda bunlar ilgililere kelimesi kelimesine aktarılacak:
“- Efendim… Beyefendiyle görüşmek istiyorum! …
 - Ne sebeple?
 - Ona, kendini Bay Gaufridy’den koruması gerektiğini söylemem lazım: beni korkutmak için yapmadığı kalmadı. Bana, intikamını al, al ondan intikamını, diyordu; seni hapse attıran o: sen sadece olayların şöyle şöyle geçtiğini anlat, ona dünyayı zindan etmek için kalanını biz hallederiz…”
İşte bakın canavar ruhlu bu adam nasıl davranıyor ve kayınvalidemin güvenini nasıl kötüye kullanıyor. Bana karşı çevirdiği dolaplarla ilgili ikinci kanıtım ise, Tanrıya şükürler olsun ki, sakladığım imzalı bir belge; Marsilya’dan gelen bu belgede, bana karşı kurulan tuzaklarla ilgili tüm planlar bulunuyor. Üçüncü kanıtım ise kanlı-canlı. Bunu gerçekten yapabilirim: iki yıl zarfında benim yaşamımı görenler, lehimde tanıklık edecekler; hepsi hala aynı yerde oturuyor; beş haftalık hürriyetim süresince kendileriyle haberleştim, ihtiyaç halinde tanıklık yapacaklarını söylediler; en büyük yemini ediyorum ki, tüm gerçekleri ortaya çıkararak, bu davayı bitireceğim.
Başıma gelen talihsiz olaydan da biraz bahsetmek istiyorum ama önce size bir sitemde bulunmam lazım. Saldırılar Paris’ten geldi biliyorsunuz; oysa siz bana Paris’in sakin olduğunu, yalnızca Aix’in tehlikeli olduğunu bildirdiniz; ben de bu taraftan emin olduğum için, sayenizde güvenli bir yerdeydim. Niyetlendiğim İtalya yolculuğuna devam edip edemeyeceğimi sorduğumda, bana devam edebileceğimi söylediniz ve ihtiyacım olan evrakları yolladınız. Beni korumak adına her şeyi yaptınız: bu durumda güvenliğimi borçlu olduğum tek kişi de sizsiniz; gönderdiğiniz dört ve beş numaralı, yirmi beşinde elime geçen mektuplara göre, yalnızca yirmi beş ve yirmi altısı gecesi evde kaldım. Mektuplarınızdan vekâlet ettiğim toprakların(2)  satıldığını öğrenince şaşkına döndüm; bana hazırlanan korkunç saldırının arifesinde aldığım böylesi korkunç bir haberi anlamakta zorluk çekiyordum; yatağımda bir yandan kederleniyor, diğer yandan emniyette olduğumu düşünüyordum. Bu minik sitemle size yüklenmeye çalıştığımı zannetmeyin. Bu konuyla ilgili sizi asla suçlayamam; bunun yerine bin kere ölmeyi yeğlerim. Bu meselede annenizin parmağı olduğundan şüphelenmek de hiç aklıma gelmedi; sizden ısrarla bunu annenize bu şekilde söylemenizi rica ediyorum, en içten duygularla bu saldırının ikinizden de habersiz hazırlandığına inandığıma yemin ederim.
Bu uğursuz hadisenin detaylarına gelmeden evvel, size ikinci bir sitemim daha olacak. Benim ve sizin oradaki arkadaşlarımız arasından dürüst olanları iyi kullanamadınız; insanın başkasına ihtiyacı olduğunda doğru kişiyi seçmesi gerekir. Piskoposluk meclisi üyesi, sizden çok şikâyetçi; Paris’te yapmanızı istediği basit bir iş için ona tuhaf mektuplar yazmışsınız. Herkes iltifattan anlamaz; eğer iltifat edecekseniz, bunu arkadaşlara, hatta daha da ileri giderek samimi dostlara yapmak gerektiğini söylemeliyim. Bayan Rousset’ye  de aynı şekilde davranmışsınız; kendisi bize hala son derece sadık ve bu son olayda olduğu gibi, her fırsatta da benim için fedakârlıklara devam ediyor: bir araya geldiğimizde bunu konuşalım. Kendisine Hanımefendi diye hitap ederek, abuk sabuk mektuplar yazmışsınız; oysaki o size yazdığı mektuplarda, size karşı daima çok saygılı olmuştur. Bir gün, onu, sizin ona karşı davranışlarınıza içerlemiş, ağlarken buldum; üstelik kaleden hiç ayrılmamacasına, elinden gelen hiçbir yardımı esirgemeden, bana hizmetçim Gothon’un  olmadığı sırada, onu aratmayacak kadar iyi hizmet ettiği bir dönemde. La Coste’ta kaldığım süre boyunca beni bir an olsun yalnız bırakmadı ve bana gerçekten çok yardımcı oldu. Artık Bayan Rousset ve piskoposluk kurulu üyesini sevmiyor oluşunuz, Gaufridy’nin alçaklıklarını ortaya çıkarmamda bana yardımcı olmalarına bağlı olabilir mi? Bu işten ne gibi bir çıkarları olduğunu sanıyorsunuz? Birkaç mektubunuzda şüphelerinizden bahsetmiştiniz ama yanıldınız. Bana karşı besledikleri gerçek dostluk ve Gaufridy’nin davranışının sebep olduğu La Coste’taki rezalet, onların daha çok çabalamalarına neden oldu. İkisinin de bu işten hiçbir çıkarının olmadığı apaçık ortada, ikisi de ayrı ayrı bana biraz sabretmemi, bu canavarla hiçbir kavgaya girişmememi ve hepsinden önemlisi onun yerine kesinlikle başka birisini tutmamam gerektiğini, topraklarım zaten hali hazırda kiraya verilmiş olduğundan yardımcıya ihtiyacım olmadığını söylediler. Görüyorsunuz, ikisinin de kesinlikle bu taraklarda bezi yok ve ne kendileri ne de yakınları için hiçbir çıkarları yok. Ama belki bu noktada bana Gaufridy’nin Aix’te iyi iş çıkardığını söyleyebilirsiniz… Oyuna gelmeyin: birçok kişinin gözü üstündeyken yanlış işler yapması mümkün değildi; o beş kızla  birlikte kurduğu tuzakla elinden geleni ardına koymadığını ispatladı, daha kötüsünü yapmamasının tek sebebi ise elinden daha fazlasının gelmiyor oluşuydu. Kurulan tuzağı burada detaylarıyla anlatmaya kalksam çok uzun sürer. Kabaca olay şöyle: kızlardan en namuslu ve bize en yararlı olanına çok kötü muamele etti, buna karşılık, ifadesinde, trajik şeyler yaşadığını ve her şeyini kaybettiğini söyleyen yalancıyı ise hoş tutup, paraya boğdu; kızın bu ifadesi de görevlinin kafasını karıştırdı. Zaten eğer bu adam zannettiğim gibi benim gerçek dostum olsa ve açık yürekli davransa, ondan istenenlere boyun eğer miydi? Bunun yerine o tam tersini yaptı. Kaçma   planımın bir bölümünü Bay de La Tour’a  duyurdu, işlerimle ilgilenmeye razı olan Ripert’i  ise kararından vazgeçirdi (adı geçen Ripert herkesin önünde açıkça bu durumu doğruladı). Sonuç olarak, o ve arkadaşı Reinaud’nun  bütün çabası, kira gelirlerimden bana sadece on iki altın vermekten ibaretti; arkadaşı da en az onun kadar kötü ve senden çok rica ediyorum, artık ona daha fazla hiçbir şey verme. Üstelik bu namussuz dolandırıcılar, bana verecekleri parayı da, sana ait olan bir hesaptan almak istediler. Bana daha fazla para vermiş olsalardı, ki Bay de La Tour, Gaufridy’ye istediği kadar parayı yolladığı için bunu yapabilirdi, neyse bana daha fazla para vermiş olsalardı diyordum, Floransa’ya gidebilecektim. Niyetim buydu ve bunu yapabilmiş olsam bugün burada olmazdım. Evime gidebilsem zararımı telafi edebilirdim, bundan eminim; benim dışımda herkes bunu başardı. Kira sözleşmelerimin yenilenme zamanıydı: topraklarımı kiralayan çiftçileri teker teker ziyaret edip, kontratları üçte bir zararına bile yenileseydim, çok para kazanacaktım. Tekrar ediyorum, benim dışımda herkes bunu yaptı; her zaman iyi niyetimin kurbanı oldum, bunu yaparken amacım işleri bozmak değil, maddi durumumuzu düzlüğe çıkartmaktı. Bunu yapmaya hiç o zamanki kadar ihtiyaç olmamıştı, benim için en kritik zamanlardı… Ama işte nasıl ödüllendirildiğim ortada.
Sana anlatacağıma söz verdiğim ayrıntılara gelirsek… - 19 Ağustos’ta, akşamüzeri, papaz efendi ve Bayan Rousset ile bahçede sakin sakin dolaşıyorduk; küçük koruluktan gelen telaşlı ayak seslerini duyunca ürktüm. Birçok defa kim var orada diye seslendim ama cevap veren olmadı. Sesin geldiği tarafa yürüdüğümde, çakır keyif nöbetçi Sambuc’ü gördüm, endişe ve korku dolu bir havayla beni bir an önce başından savmak istediğinden olmalı, meyhanenin şüpheli adamlarla dolduğunu söyledi. Bayan Rousset, işin aslını öğrenmeye gitti; bir saat kadar sonra geri döndüğünde, bizimle yakınlık kurmakla görevli bu iki casusun söylediklerine kanıp, ipek satıcısı olduklarını söyleyen bu adamların gerçeği söyledikleri konusunda hayatı üzerine bahse gireceğini, kesinlikle korkacak bir durum olmadığını söyledi. Orada sen olsaydın, bu oyuna gelmezdin, çünkü içlerinden biri, senin yanındayken  beni tutuklamaya gelen gruptaki adamlardan biriydi. Senin yanımda olmanı istemekte haksız değildim. La Coste kalesinde seninleyken başıma kötü hiçbir şey gelmemişti. Anlatılanlar içimi rahatlatmamıştı, huzursuzdum, hemen aynı gece buradan ayrılıp, piskoposluk meclisi üyesinin yanına sığındım. Bayan Rousset benimle ilgilenmeye devam ediyordu, tüm gelişmelerden haberdar olmam için günde iki kere özel ulak gönderiyordu. Gelişmeler kötüye gittiğinden, Oppède’den ayrılıp bir mil kadar uzakta bulunan bir samanlığa sığındım. Düzelen hiçbir şey yoktu. Apt’ta kimin açıkça konuştuğunu biliyorsun; her şeye rağmen sanki benim dışımda, benden daha kuvvetli bir el beni kaderime doğru itiyordu; insanın kaderinden kaçamayacağı ne kadar da doğru. Yirmi üçü pazar günü öylesine güçlü bir huzursuzluğa düştüm ki, dayanılması zor bu durumda, özgürlüğümün sonunun geldiğini kimse fark etmedi. Piskoposluk kurulu üyesinin yanıma verdiği görevli, durumumdan korkup, koşarak kurul üyesine haber verdi. O da hemen yanıma geldi.
“ – Ama neyiniz var?
- Hiçbir şeyim yok ama buradan gitmek istiyorum.
- Burada rahat değil misiniz?
- Rahatım ama gitmek istiyorum.
- Peki, nereye gitmek istiyorsunuz?
- Evime.
- Siz delirmişsiniz, sizinle birlikte gelmem imkânsız.
- Buna mecbur değilsiniz, yalnız başıma gidebilirim.
- Çok rica ediyorum, iyi düşünün.
- İyice düşündüm, eve gitmek istiyorum.
- İçinde bulunduğunuz tehlikeyi görmezden mi geliyorsunuz? Sizin için yazılanları biliyorsunuz! …
- Tamam, tamam, tüm bunlar hikâye: hiçbir tehlike yok, hadi yola çıkalım.
- Ama hiç olmazsa dört gün bekleyelim (Ne yazık, küçük şeytan kaç gün sabretmem gerektiğini tam olarak söylemişti!).
- Size kalmak istemediğimi söyledim, gitmek istiyorum.”
Sonunda bana eşlik etmeye karar verdi. Eve vardık. Biraz dinlenebileyim diye, ihtiyatsız davrandığımı açıkça yüzüme vurmadı. Ertesi gün, sığınağıma dönmem konusunda baskı yaptı. Ama ben kalmakta ısrar ettim. Yirmi beşinde yazdığınız mektup elime geçmişti. Güvendeydim, yirmi altısında sabah saat dörtte, Gothon, çıplak ve telaşlı bir halde odama daldı (yazlık odadaydım), “Kaçın! ...” diye bağırıyordu. Yataktan nasıl fırladığımı bilmiyorum! Üstümde sadece iç çamaşırlarımla, gidebildiğim yere kadar kaçtım. Buradaki odanın hazırlanması için daha önce emir vermiştim ama bir hazırlık görmeyince, Marchais’nin odasına girdim (o zamandan beri Brun’ün odası deniyor). Kapıyı içeriden kilitledim; bir dakika geçmemişti ki merdivenlerde sesler duydum; bir an bunların beni boğazlamaya gelen hırsızlar olduğunu düşündüm. “Öldürelim! Yakalım! Soyalım!” diye bağırıyorlardı, bir dakika içinde kapı kırıldı ve aynı anda on tane adam üstüme çullandı; kimi göğsüme kılıcını, kimiyse suratıma silahını dayamıştı. O anda Bay Marais(1), bana karşı iğrenç küfürlerini yağdırmaya başladı; beni bağladılar; o andan itibaren Valence’a gidene kadar geçen süre zarfında, bu adamın ne küfürleri ne de bana karşı kötü muamelesi bitmek tükenmek bilmedi. Sana yine ayrıntılardan bahsetmeyeceğim. Sevdiğin adamı aşağıladılar, bense bunları sana anlatacağıma susmayı yeğliyorum. Cavaillon’da bütün şehir, Avignon’da ise hemen hemen üç yüz kişi bizi bekliyordu; orada bana en çok acı veren şey, Saint-Laurent’da başrahibe olan ve şu an ölüm döşeğinde bulunan zavallı teyzemle tamı tamına aynı durumda olmamdı. Kuzenime kurtuluşumla ilgili iltifatlar, tebriklerle dolu bir mektup yazdırıp bana yollamıştı. Ne zafer ama! Belki de bu mektup onun hayatına mal oldu… Senden ona ve Cavaillon’daki teyzeme, durumumu anlatan mektuplar yazmanı rica ediyorum; sen de bana onlar hakkında bilgi verirsin. – İşte canım, bana nasıl muamele edildiğini görüyorsun.
Annenin yazdıklarından hareketle, hapishaneye gideceğime inandığımda, en azından orada güvende olacağımı, rahatlayacağımı düşünmüştüm. Oysa burada önceden sahip olduğum imkânların dörtte birine bile sahip değilim. Hücremi değiştirdiler, beni öyle bir yere koydular ki orada boğulacak gibi oluyorum, hava almayan bir yer, kışın ısınmak için burada ateş yakmam imkânsız. Beni hiç rahat bırakmıyorlar, yapmak istediklerimi engelliyorlar; verdikleri berbat yemekler ve öğünlerin sürekli farklı saatlerde olması midemi ağrıtıyor. Tek kelimeyle, beni işe yaramayan biri gibi fırlatıp atmak istiyorlar. Artık toprağım da yok, zaten varlığımın onlar için ne önemi var ki! Bahtsız kaderimle ilgili onlar da böyle düşünüyor olmalı, artık bana düşen kederden ölmek. Eğer manastıra   nakil olmak istersem bunun mümkün olduğunu zaten bana daha önceden söylemiştin. Bunu tüm kalbimle yalvararak istiyorum; eğer sen de istersen, orada hiç olmazsa seni görebilirim, daha iyi beslenirim, ihtiyacım olan birkaç parça eşyayı alırım. Eğer para işe yararsa, benim için buraya ödenen paradan bir kuruş daha fazla istemiyorum, bu parayla sarayda olacağıma istediğim bir hapishanede olsam eminim şu anki durumumdan kat kat daha iyi olur. Senden bu konuda annenden yardım istemeni rica ediyorum. Eğer bunu isterse, eminim yaptırabilir. Ayrıca ben de Bay Le Noir’a  rica edeceğim; bunları bir anlık öfkeyle söylemediğimi ispat etmek için de, yazmama izin verilecek her mektupta tekrar tekrar dile getireceğim.
La Coste kalesindeyken bana gönderdiğin bir mektupta, kaçmakla ne kadar iyi ettiğimi, eğer hapse geri dönersem en az bir yıl yatacağımı, sürgüne gideceğimi, hatta bunun üç yıla kadar uzayabileceğini yazmıştın. Mademki ne kadar kalacağım belli, söylediklerinden hangisi? Mademki bu mesele, hakkımda açılan önceki davanın devamı, bunu bana söylemeleri lazım. Israrla bunun bana bildirilmesini istiyorum. Buna karşı çıkacak hiçbir mantık olamaz. Bu korkunç belirsizlik beni öylesine bir kedere sevk ediyor ki hiçbir düşünce beni bu durumdan çıkartamaz. Beni bu durumdan kurtarmanız için sana ve annene yalvarıyorum; sizden istediğim tek teselli şu: bana bu iyiliği bağışlayacak mısınız?
Canım, topraklarımı kaybetmenin bende yarattığı elemi umarım tahmin etmişsindir. Yapmadığım şeylerle suçlandığım korkunç planların sonucunda işte hapisteyim! Toprakların hepsi gerçekten satıldı mı yoksa teminat  olarak mı verildiler? Hiç olmazsa bu konuda bilgi ver. İtiraf etmeliyim ki, ilk bu toprakların Bay d’Evry’ye verileceğini duyduğumda, bu işte annenin parmağı olabileceğinden şüphelendim. Zamanında kralın benim aileme emanet ettiği toprakları şimdi kendi sülalesine devretmek istemesi adil değil. Toprakların benim ailemden birine verildiğini duyduğumdan beri, çocuklarım lehine bazı düzenlemeler yapıldığını hissettim. Ama bu durum, bu sefil herife karşı duyduğum nefreti hafifletmiyor. Son yazdığın mektuplardan birinde, bu evin satışıyla ilgili duyduğun sevinci belirtmiştin ama izninle bu adamın tüm bu olayların müsebbibi olan kalpsiz ve duygusuz biri olduğuna inandığımı söylememe izin ver; kendisiyle ilgili duyduğum nefreti ona da yazılı olarak ilettim. Tıpkı akbabalar gibi, zor durumda olan kuzeninin mallarını yağmalamaya cüret ediyor; yaşadığım sürece, o ve yakınları için hep tiksinti duyacağım.
Üstelik mektuplarındaki üstü kapalı kimi cümleler ve annenin ne niyetle gönderdiğini anlamadığım mektubu, - çünkü konu siz olunca hep tahminlerde bulunmak lazım: açık yüreklilik ve net olmak sizin bilmediğiniz erdemler-, beni, annenin benim mallarımla ilgili bir oyun hazırlığında olduğuna inandırdı. Annen, vekâlet ettiğim toprakları benim onayım olmadan satabildiği gibi, topraklarımı da istediği gibi satabileceğini ve her şeyi kendininmiş gibi yönetebileceğini zannetti herhalde. Onun yanlış yapmayacağına inanıyorum, hatta yapacağı her değişiklikte kazananın yine ben olacağımdan da adım gibi eminim: ama yine de şunu iyice aklına soksun ki ben ne La Coste ne Saumane ne de Mazan’ı  kaybetmek istemiyorum. Kesinlikle buna karşı çıkıyorum ve daima karşı çıkacağım; eğer bu topraklar birine satılırsa, özgürlüğüme tekrar kavuşur kavuşmaz yapacağım ilk şey, topraklarımı geri almak için, o kişilere karşı dava açmak olacaktır. Bu üç şeyle oyun oynamamasını rica ediyorum, ne bahane uydurursa uydursun, bu toprakları kesinlikle elden çıkartmak istemiyorum. İstiyorsa Arle’ı satsın; vergiler ve bu satışın geliriyle ne isterse yapsın. Ama kalanını ellemesin. Yaparsa, buna daima karşı çıkacağımı bilsin. Sana bundan sonra göndereceğim ilk mektupta, bunları satmak yerine, mevcut durumda kira sözleşmelerinin yenilenmesiyle ilgili neler yapılabileceğini yazacağım.