27 Aralık 2013 Cuma

Kadın yazarlara savaş çağrısı!



Kadın yazarlara savaş çağrısı!

KADIN ÖYKÜLERİ  2: SAVAŞ!!
KAFEKÜLTÜR Yayıncılık / H.E.İ.D.İ
Öykü Antolojisi




KADIN ÖYKÜLERİ 2: SAVAŞ !!
kitabı için ÇAĞRI...

Sevgili Kadın Öyküleri yazarı

KADIN YAZARLARDAN KADIN ÖYKÜLERİ kitabımızın -görülen lüzum üzerine- İKİNCİSİNİ yayınlıyoruz...
Bu davete katılmanı gönülden diliyorum. Bu kez kitabımızın bir konusu var: KADINLAR VE SAVAŞ.
2014 her yönüyle savaşın kayıplarının hüzünle anıldığı, kıyımların lanetlendiği bir yıldönümü olacak I. Dünya Savaşı'nın 100. yılı olması sebebiyle...
KADIN ÖYKÜLERİ 2: SAVAŞ !! da her anlamıyla, "savaşa gitmeyen, ama savaşın en büyük kaybedenleri" olan kadınların, savaşların bütün hafızalardan silinmesi için bir HATIRLATMA kitabı olacak...
İç, dış, dünya, ev, aile, okul, sokak, siyasi kültürel bütün savaş ve çatışmaların odakta olduğu öykünü en geç 15 Ocak 2014 gününe kadar bekliyoruz.
Yüzyılımıza, zamanımıza, insana, hayata daha çok sahip çıkan yazarların uyanış yılı olsun 2014!
Şimdiden.

24 Eylül 2013 Salı

İYİ YAZARLAR NASIL İYİ YAZARLAR?

İyi Yazarlar Neden İyi Yazarlar?
Charles Dickens, şimdi karşımda duran notta, daha önceden yaptığım ‘Barnaby Rudge’ın mekanizması araştırmasından üstü kapalı olarak şöyle bahsediyor: “Bu arada Godwin’in, ‘Caleb Williams’ının geri dönüş yapılarak yazıldığına dikkat ettiniz mi? O, önce kahramanını bir zorluklar ağının içine sokar, ikinci cildi şekillendirir ve ardından, onu önceden yaptığı şeyle ilgili hesap verecek tarzda tasarlar.”



Godwin’in eksiksiz bir yöntem biçimine sahip olduğunu düşünemem. Aslında kendisine itiraf ettiği şey, Bay Dickens’ın amacı ile tam bir uyum içinde değildir. Fakat “Caleb Williams”ın yazarı da, hiç değilse bir parça benzeşen yönteminden sağlayabileceği avantajı algılamaması imkânsız sayılacak derecede iyi bir sanatçıydı. Hiçbir şey, bütün bu olaylar dizisinden daha açık değildir; herhangi bir şeyi kaleme almaya teşebbüs etmeden önce, hikâyenin çözümü, adına yaraşır biçimde, incelikle işlenmiş olmalıdır

Burada, bir öykü inşa etmenin alışıldık tarzında, bence köklü bir hata vardır. Hikâye, ya bir tez öne sürer, - ya gündelik bir olayın önermesini sunar ya da en iyisinden yazar, anlatısının temelini yalnızca göz alıcı bir formda biçimlendirecek, bir kombinasyon sağlamaya yönelir- ki tasarım genel olarak tasvir ile doldurulur, diyalog veya yazar yorumu, gerçeğin her türlü kırılma noktası veya aksiyon, sayfa sayfa görünür kılınmalıdır.

Ben bir ‘etkiyi’ göz önünde tutarak işe başlamayı tercih ederim. Orijinaliteye uymak, daima görünürdedir- çok açık ve çok kolay elde edilebilir bir merak kaynağından vazgeçmeyi göze alan kişi kendisini aldatmış olacağı için - kendime öncelikle söylediğim şey şudur: ‘Şu anda, kalbin, zekânın veya genellikle duyarlı bir ruhun sayısız etki veya izlenimlerinden hangisini seçeceğim?’ Bir romanın seçilmiş olması, ilk ve ikincil olarak canlı bir etkidir. En iyi biçimde işlenmiş bir durumun ya da atmosferin olup olmadığını göz önünde bulundururum. - Olağan durumlar ve özgün atmosfer veya konuşmalar ya da hem durumların, hem atmosferin özgünlüğü söz konusu mudur? – Daha sonra, bu tarz olay kombinasyonları veya atmosfer, etkiyi yapılandırırken bana en iyi şekilde yardımcı olacak mı diye bakarım.

Herhangi bir dergi sayfasında, yazarın eserlerinden birini, en son noktasına varana kadar, adım adım, detaylı, yöntemli şekilde tamamlayabilmesinin ne kadar ilginç olduğunu sıklıkla düşünmüşümdür. Neden böyle bir sayfa asla yayımlanmaz, şaşkınım, fakat sanırım yazar kibri diğer bütün sebeplerden önce geliyor. Çoğu yazar, özellikle şairler, bir çeşit güzel coşku ile eser yarattıkları anlayışına sahip olmayı tercih ederler ve estetik bir sezgiyle özende ve düşüncenin bocalayan yavanlığında insanların sahnenin ardına göz atmasına kesin bir tüyler ürperticilikle izin verirler. – sadece son anda yakalanmış gerçek niyetlerde- tam görüşün olgunluğuna varamayan düşüncenin sayısız işaretinde- bütünüyle olgunlaşmış, ümitsizlikte boşa çıkmış, ele avuca sığmaz hayallerde – ihtiyatlı seçimlerde ve reddedişlerde- acı veren silintiler ve eklentilerde –bir sözcüğün içinde devinen bir kanatta- mizanseni değiştiren donanımda- dayanaklar ve iblis kovan tuzaklarda- horoz tüyünde, kırmızı boya ve siyah beneklerde- yüzün ötesindeki doksan dokuz durumda – edebiyat tarihinin özelliklerini kurarlar.

Edgar Allan Poe

13 Eylül 2013 Cuma

Bir gün herkes 15 sayfalığına yazar olacak!



100 Saatte Kendi Kitabını Yaz 
Bir gün herkes 15
sayfalığına yazar olacak!

Bitmeyen tartışmadır, kaç sayfa bir kitap olabilir... Oysa bunu tamamen konunun belirlediği kimsenin neden aklına gelmiyor?

Neden 15 sayfa?

İ
şareti ünlü Amerikan sanatçı Andy Warhol çakmıştı aslında. Fakat 15 dakikalık şöhretler kimseyi tatmin etmedi. Daha da fazlası istendi.
Kısa süreli şöhret olmayı kabul eden unutulmayı neden hazmedemez, anlaşılır değil. Warhol'ünki bence bir lanetti, bedduaydı. "Beni de meşhur ettiniz ya, tanrı belanızı verir  inşallah!" diyerek popüler unutulmuşluğun ateşini yaktı ve geriye unutulmayan tek pop starı olarak da o kaldı.
Andy Warhol, bu yazıda olduğu gibi birçok yazının konusu haline geliyor günümüzde. Önemsenmenin ve önemli olmanın popülizme denk olduğu çağımızda, o beklemediği kadar ünlü ve lanetli olmayı lanetini yayarak tadıyor; hatırası bundan da bıkmıyor.

Bu 15 sayfaya ne yazılacak?

Hangi gün olacak bu "bir gün"? Ve bir sayfa ne kadar sürecek?
Şöhreti, şiddet yerine süre olarak algılamamız işleri karıştırıyor. Ses, yazı ve görüntü medyaları arasında birimsel bir denklik ya da ölçek çalışması yapmadık şimdiye kadar. İlerlettiğimiz teknolojilerle onları kelime, byte ya da piksel olarak algılama çıkmazına girdik.

Neler neler?

İtiraflar, kişisel profiller, dedikodular, hakaretler, flörtler, date'ler, chat'ler, SMS'ler, MMS'ler... Bunlar tanıdık geliyor mu? Bunca metinle haberleşmeyle ne yapacağız? Stokçuluktan ya da stok fazlalığından stoksuzluğa doğru gidiyoruz. Dünya da zaten çok kısa bir zaman içinde aşırı nüfus yoğunluğundan "dünya" ve "hayat" kelimelerinin anlamlarıyla vedalaşıp insansız bir gezegen olarak kozmik macerasına devam edecek.


16. sayfadan geliyorum

16 ile sonsuzluk arasında büyük bir mesafe yok. Günün birinde bir şeylerin sonunun olmasına alışmalıyız. Beklediğimiz ölümsüzlük sanatın, devrimlerin ve belleklerin elinden tıp ve farmakolojinin eline geçemez mi? Mutlak iksirle başlayan serüven ölümsüzlüğün yarına kalan, ölümden sonra da yaşayan "dosya"larla kâğıttan elektronik sayfaya kadar süre giden ilişkisinde kabuk değiştiriyor.
15. sayfa, ortalama olarak bir kitabı rezil edecek düzeyde içeriksizliği, iletişimsizliği de içeriyor. Süreyle birlikte sayfa sayısıyla da ölüme karşı durma gücünü tarif eden yayıncılık elektronik kitaplarla yeniden kodeks öncesi volumen dönemine dönüşüyor.
Kâğıt ya da papirüs, taş ya da tuğla... İnsanın her yüzeye yazdığı işaretlerde ölüme karşı bir ağıt bulmak her zaman mümkün.
17. sayfa artık hiç gelmeyecek.

12 Eylül 2013 Perşembe

Sivil olmak için lüzumlu itaatsizlikler...

Y Kuşağı - Haz.: Aycan Türk

128 Kitaplar bilginin gündemine kamera-mikrofon tutmaya devam ediyor:

"Onlar Y kuşağı. Dünyada bilgisayarın yaygınlaşmaya başladığı dönemde doğdular, Türkiye'deki kuşak televizyonda tek kanallı dönemi hayal meyal hatırlasa da hepsi, özel radyoların açıldığı günkü heyecanı biliyor. Berlin Duvarı'nın yıkılışına, Sovyetler'in dağılmasına, Amerika'nın Irak'ı işgal ettiği ve televizyondan naklen yayınlanan Körfez Savaşı'na tanık oldular çocuk yaşlarda. Kimisi hem anadolu lisesi hem üniversite giriş sınavının iptal edildiği yıllarda sınava girdi. Cumhurbaşkanı Turgut Özal'ın görev başındayken ölümü üzdü bu kuşağı. Türkiye'de bir kadının başbakan olması ise heyecanlandırdı. Ekonomik belirsizlikler, koalisyon hükümetleri, birkaç aylık ömrü olan kabineler, en ufak olaya duyarlı ekonomi, Y kuşağının geleceğe bakışını olumsuz etkiledi. Radyasyonlu çay, ihraç fazlası olduğu için okullarda dağıtılan fındık, onların çocukluğunda ülkeye giren McDonald's, beslenme anılarını ve alışkanlıklarını etkiledi."

Anarşi - Haz.: Aycan Türk

Anarşizm, (Eski Yunanca'da an "-sız, olumsuzluk eki" ve archos "yönetici" sözcüklerinden türetilmiştir, yöneticisiz anlamına gelir) toplumsal otoritenin, tahakkümün, erkin ve hiyerarşinin tüm biçimlerini bertaraf etmeyi savunan çeşitli politik felsefeleri ve toplumsal hareketleri tanımlayan toplumsal bir terimdir. Anarşizm, her koşulda her türlü otoriteyi reddetmektir.

Bu hareketler genellikle, merkezi politik yapılar, üretim araçlarının özel mülkiyeti ve ekonomik kurumlar yerine toplumsal ilişkilere dayanan gönüllü etkileşim ve özyönetimi savunur, özgürlük ve otonomi ile karakterize edilen bir toplumu arzular.

Sosyoloji Sözlüğü - Haz.: Aycan Türk

Y Kuşağı belki de ansiklopedileri, sözlükleri gören son kuşak olacak.
Başlangıcından bu yana teknolojik yenilik ve gelecek kaygılarından uzakta ilerleyen sosyoloji teorileri değişim ortası kuşaklar olan X, Y ve Z kuşaklarını hem öngöremedi hem de kuramsallaştıramadı. Sosyoloji hâlâ var, ama toplum artık o eski toplum değil. Gözlemesi, değerlendirmesi bile çok zor olan yeni kuşak ve sosyal oluşumlar için Y Kuşağı İçin Sosyoloji Sözlüğü yazar ve sosyolog Aycan Türk tarafından, sözlüklerin de terminolojilerin de hızla değiştiği-geliştiği bir ara dönemi anlamak için yazıldı. Sözlükten daha fazlası, bir gözlük ve hatta yüksek çözünürlüklü bir kamera bu kitap...

Sivil İtaatsizlik - Henry David Thoureau

Sivil itaatsizlik terimini siyasi literatüre ilk kazandıran Henry David Thoreau'dur. İyi bir doğacı ve çevreci olan Thoreau'nun 1849'da yayınlanan Sivil İtaatsizlik kitabının yankıları 20. yüzyıl başında Gandhi'ye, ortalarında ise Martin Luther King'e ve onları izleyen binlerce adalet yanlısına kadar uzanır. Görüşleri ile milyonları etkilemeyi başaran yazarın yaşamına bakıldığında, gençlik yıllarından itibaren topluma karşı çıkışının izlerine rastlanır. Hiçbir zenginlik hırsı olmayan Thoreau, asgari geçim şartlarını sağlamaktan öte bir iş istememiştir.

Thoreau Sivil İtaatsizlik kitabına "En iyi hükümet en az hükmedendir," diyerek başlamış ve en büyük dileğinin, bunun daha çabuk ve daha sistemli işlediğini görmek olduğunu belirtmiştir. Çoğunluk hükümetinin her durumda doğruluk üzerine kurulmadığını düşünen Thoreau, "iyi ve kötü üzerinde çoğunluğun değil yalnızca vicdanların karar verdiği bir hükümet olmaz mı?" diye sorar. Thoreau, vicdanı dolayısıyla insan onurunu ve bunlardan hepsinin öncesinde bireyin özerkliğini esas almaktadır.

Duran Ufo - Candan Selman

Herkes gayet net hatırlıyor: Bundan bir ay önce internete, çok sıkı çekilmiş bir kısa film "düşmüştü"... Gezi olaylarının zirvede olduğu bu dönemde, hikâyesi bu olaylar öncesinde yazılmış ve çekimi planlanmış bu kısa film Duran adıyla biraz da eylemlerin ruhuna uygun olarak çekildiğinde internette yüz binlerin ilgisine ulaştı. Duran UFO filmi kafalarda çekilmeye devam etti ve o kısa film şimdi bir öykü kitabı... Kısa süre önce Goglis ne demek adlı öykü kitabı da yayınlanan Duran UFO yazarı Candan Selman, kitabı hakkında şunları söyledi:

"Bir film çektik. Film tuttu beni içine çekti. Yüzümü gökyüzüne çevirdim, baktım "O" hala orada duruyor. Kentin üstünde koca bir soru işareti...
Bir anda beliren ve durma süresi arttıkça bir tehdit olarak algılanmaya başlayan bir 'Duran UFO.'
Sonra kendime sordum; bir şehrin tepesine çökerse tanımlanamayan bir cisim, nerede durur insanoğlu?
Kiminin gözü onda, kimi unutmuş görünüyor. Dışarıda çocuklar oynuyor. Kapının önüne bir taksi yanaşıyor. Pencerelerin birinde bir kadın çıplak aşka yürüyor. Hava poyraza kesiyor. Tam kırk sekiz saattir orada öylece duruyor...
Duran; zamanın ve mekânın kıyısında, üstüne yaz sıçramış bir yeşil yalan.
Siz bu yalanın neresindesiniz?"


















31 Ağustos 2013 Cumartesi

PARİS'TE BAZI SOKAKLAR NAMUSSUZDUR



PARİS'TE BAZI SOKAKLAR NAMUSSUZDUR
Honoré de Balzac



Namus davasından hüküm giyen adamlar kadar şerefsiz Paris sokakları vardır; bazı sokaklar soylu, bazıları namusludur; yeni açılan kimi sokağın ahlâkı hakkında halk henüz bir fikir sahibi değildir. Bazı sokaklar katil, bazıları kocasından dul maaşı alan ihtiyar kadınlar kadar yaşlıdır; saygı gören sokaklar, her daim temiz tutulan sokaklar, pislik içinde yüzen sokaklar, işçi, çalışkan, tüccar sokaklar vardır. Yani Paris sokakları, insanoğluna özgü özellikler taşır, görünüşleri ile karşısındakinde belli izlenimler uyandırırlar. Barındırdığı kötü arkadaşlıklar yüzünden asla oturmak istemeyeceklerinizin yanı sıra tüm gün içinden çıkmak istemeyeceğiniz sokaklar vardır. Montmartre gibi bazı sokakların baş tarafı ne güzel başlar ama aynı güzellik sonuna kadar gitmez. Paix sokağı geniş ve uzundur, ama Vendôme Meydanı'nda hüküm süren görkemden nasibini almamış olacak ki, Royal Sokağı’nın insanda yarattığı soyluluk hissini veremez. Saint-Louis adasındaki sokaklarda gezinirken sizi sarmalayan karamsarlığın hesabını, oradaki evlerin ve büyük köşklerin ıssızlığına, kasvetine sormak ge-rekir. Vergi toplayıcılarının, kanını emerek cesede çevirdiği bu ada, Paris’in Venedik’i sayılır. Bourse Meydanı geveze, cıvıl cıvıl, hafif meşreptir; bir tek sabaha karşı saat ikide ay ışığı vurduğunda güzel görünür: gündüz vakti Paris’in kısa bir özetiyken, geceleri eski Yunan’daki ozanların heykelleri-ne benzer manzaraları çağrıştırır. Traversière-Saint-Honoré Sokağı, rezil bir sokak değil mi? Burada içi kötülüklerle dolu, katları arasında günahların, cinayetlerin, sefaletin barındığı karşılıklı küçük evler bulunur. Kuzeye baktığından, güneşi yılda üç dört kez görebilen bu dar sokaklar, ceza almadan öldüren katillere benzer. Adalet Bakanlığı bugün buradaki olaylara karışmıyor ama eskiden Parlamento, bu davalarla ilgilenmesi için polis müdürünü buraya çağırmış ve en azından, bir zamanlar Beauvais Rahip Meclisinin geri kafalı mensuplarına yapılana benzer birkaç tutuklama da bu sokaklardan olmuştu. Bununla birlikte Bay Benoiston de Château-neuf bu sokaklardaki ölüm oranının diğerlerine göre iki kat daha fazla olduğunu ispatlamış bulunuyor. Söyle-nenleri bir örnekle özetlersek, Fromenteau Sokağı cani olduğu kadar da batakhane değil mi? Paris dışında yaşayanlar için anlaması güç bu gözlemler, Paris’in içinde gezip tozarken, saat başı değişen zevklere ulaşmayı beceren, ilim ve fikir, şiir ve zevk adamlarıyla, Paris’i tadına doyulmaz bir canavar olarak görenlerin mutlaka kolaylıkla kavrayacağı bir durum. Canavar, şu köşede güzel bir kadın görünümünde, biraz ileride zavallı bir ihtiyar, şurada iktidara yeni geçen hükümdarın bastırdığı bozuk paralar kadar taze; karşı köşede ise, modaya uygun zarif bir kadın misali… Yani tam anlamıyla bir canavar! Evlerin tavan araları, bir çeşit bilgi ve akıl dolu kafaları; ilk katları zengin mutlu mideleri; dükkân-ları ise gerçek hayatı temsil ediyor: yani para kazanmak için çalışan satıcıları. Ah! Bu canavar ne denli hareketli bir yaşam sürüyor? Balodan dönen son arabalar da içerideki yerle-rine çekilir çekilmez, canavarın kolları yavaşça silkinerek, şehre giriş kapılarında hareketlenmeye başlar. Görünmez otuz bin kadın ile erkeğin idare ettiği tüm kapılar aralanır, ıstakozun kollarına benzer menteşeler hareketlenir; bu hattın bekçileri, içine bir mutfak, bir işlik, bir yatak, çocuk odası ve bahçe sığan iki metrekarelik alanlarda yaşarlar; yer darlığından önlerini bile göremezken etrafta olup biten her şeyi görmeleri gerekir. Yavaş yavaş eklemler kıtırdar, canavar hareketlenir, sokak dillenir. Öğlen vakti her şey canlanmıştır, bacalardan duman tüter, canavar karnını doyurur; daha sonra kükreyerek binlerce ayağını oynatmaya başlar. Güzel manzara! Ah Paris! Kim senin bu loş manzaralarına, sokak aralarına sızan gün ışığına, sessiz çıkmaz sokaklarına hayran olmaz ki!
(...)

Türkçesi: Gül Kutluğ

(Yakında çıkacak Paris, Honoré de Balzac kitabından...)

27 Ağustos 2013 Salı

Kadınların En Çok Aldattığı Burçlar


Sadece kadınların geleceği merak etmesi durumu cinsel kimlikle ilgili değildir . Tarihe bakacak olursak birçok antik ve modern bilim adamının ve tabii bilim kadınının aynı zamanda astrolog olduğunu gözleriz. Çünkü astroloji farklı ve göksel bir bakış açısıdır.
Kadınların En Çok Aldattığı Burçlar
(Tadımlık)
Kadın astrolog erkek astrolog
Astroloji sezgisi denilen şeyin cinsiyetle bir ilgisi olduğunu düşünmüyorum aslında. Bilgiyi sezgiyle birleştirebilmek kişiye özel bir yetenektir. Ve beyninin iki tarafını eşit kullanan kişiler bunu rahatça başarır. Sezgi dişil yönümüze ait olduğu için kadınların kendiliğinden bu alana kaymasında şaşılacak bir durum da yoktur. Avustralyalı kadın Astrolog Bernadette Brady, The Eagle and the Lark (Kartal ve Tarlakuşu) isimli çığır açan kitabında bilgi ve sezginin daima beraber gitmesi gerektiği vurgular. Astrolojide tekniği temsil eden kartal ile sezgiyi temsil eden tarla kuşu benzetmesi bunun için vardır. Kısacası astrolog-lar harita yorumlamak ve geleceği görmek için ya çok iyi bir kartala ya da çok iyi bir tarla kuşuna ihtiyaç duyarlar. İkisini dengelemek ideal yorumu getirir. 
Kadınların gelecek merakı
Sadece kadınların geleceği merak etmesi durumu cinsel kimlikle ilgili değildir bence. Tarihe bakacak olursak birçok antik ve modern bilim adamının ve tabii bilim kadınının aynı zamanda astrolog olduğunu gözleriz. Çünkü astroloji farklı ve göksel bir bakış açısıdır. Deneysel tedavilerin yıllarca teşhis edemediği ruhsal ve fiziksel rahatsızlıklar, astrolojik bakışla kolayca açığa çıkabilir. Ben bunu kendi danışanlarımdan birçoğunda ciddi olarak gözlemledim. Bir tanesi yıllarca tedavi gördüğü halde ağır depresyon yaşayan bir kadındı. Haritada depresyon kaynağı olabilecek çok kötücül bir açı kalıbının varlığını gördüm ve ona küçüklüğünde yaşamış olacağı bir travmayla ilgili sorular sordum. Aslında o açı kalıbı olayın saldırı olabileceğiyle ilgili fikir ve sezgi vermişti bana. Nitekim aile içi ensest ve tecavüz vakasının varlığı ve 10 yıl boyunca psikiyatrik tedavi almasına rağmen bastırılmış bir öfke o gün açığa çıktı. Danışanım o günden bir süre sonra evlendi ve cinsellikle ilgili korkularının bir kısmının üstesinden geldi. Bu şifalandırıcı bir etkiydi. Ama tabii ki biz travma tedavi etmiyoruz, amacımız bilgi vermek ve önümüzdeki yolun engellerini ve geçmişteki kilit noktaları aydınlatmak. Atalardan aldığımız genetik mirasın tanımlanmasına kadar astroloji çok ciddi bir bilgi kaynağıdır. Sadece gelecek yorumu için kullanma eğilimi astrolojinin fal ile karıştırılmasına ve gözden düşmesine yol açıyor maalesef. Çünkü kişiler şimdiye değil daima geleceğe odaklı yaşıyor. Oysa yarını yaratan bugündür ve bugünün sıkıntısı geçmişle ilgilidir. Önce kaynağı görmek ve hayata holistik bir bakış açısıyla bakmak lazım. 
Kadınlar önceden bilmek ister
Bu insanın tembel ve kolaycı yapısına ait bir durum. Kadercilik ve hazırlop gelecek vaatleri insanın içindeki korku ve endişeyi azaltıyor, ama bu bilgi değil "atmasyon"la yapılırsa sadece altyapısız bir vaat olarak havada kalıyor. İnsan yapısı gereği hep iyi şeyler duymaya, kötüyü reddetmeye eğilimlidir. Öteki türlü yorumu yapan kişi felaket tellalı olarak adlandırılır. Ancak kehanetin genelde iyilikten çok kötülük içermesi daha kolay bir yaklaşımdır. Korku en güçlü enerjilerden biri olduğundan birini ya da bir toplumu korkuya sokup felakete yönlendirmek de çok kolaydır. Bu şekilde değil kişiyi kitleleri bile yönlendirmek mümkündür. Nitekim dünyanın şu andaki hali nasıl yönetildiğimizi gösteriyor. Ancak bilgi karanlığı aydınlatabilir, dogmalar veya kurallar değil. Ama bilginin de vicdan ve sev-giyle ve özgür iradeye müdahale edilmeden verilmesi gerekir. Astrolojinin etiği de bunu içerir. Her şey zaten önceden yazıldıy-sa biz kukladan ya da robottan başka bir şey değiliz demektir. Ancak kadersel bir planın parçası olsak bile bazı şeyleri değiş-tirmekle yükümlüyüz. Astroloji geçmiş yaşamlara, ruhun yolcu-luğuna ve atalar genetiğine ışık tutan bir bilgi olduğundan hangi şartlarla dünya üstünde olduğumuzu bilmek ve ona göre hare-ket etmek şansı bize verilmiştir. Gene de bu da kişinin ruhsal kapasitesiyle ilgilidir. Birçok astrolog arkadaşım astrolojiyi öğrenirken konuyu hatırladıklarını da söyler keza ben de bu bilgiyi hatırladığımı biliyorum mesela. Konu geleceği bilmek değil büyük planı görmek, yetenekleri zamanında kullanmak ve zamanın kalitesini değerlendirmekle ilgilidir kısaca.

23 Haziran 2013 Pazar

Duran Ufo filminin ve Goglis Ne Demek kitabının yazarı Candan Selman ile söyleşi

-Goglis ne demek?

“Goglis Ne Demek?” kitabın adı olmakla birlikte aynı zamanda kitaptaki öykülerden birinin de adı. Öykünün başkahramanı küçük Ömer; karıncaları, kuşları ve ağaçları rahatsız ederken, goglisin ne demek olduğunu öğrenir ve elindeki sopayı, taşı bir kenara bırakıp, kelimeyi kendisini yalnız hissettiren yakın çevresine karşı bir silah gibi kullanır.  Goglisin ne olduğunu bilmek, gücü elinde tutmak, küçük Ömer’in saffında olmak demektir. Ama bunun dışında, ‘goglis ne demek?’ sorusunun cevabı aslında bütün öykülerin toplamının verdiği hissiyatta saklı. Kitabın kapağını kapatan okurun hissiyatı, belki de küçük Ömer’inkiyle aynı olacaktır. “Uy daha goglis ne demek bilmiyler babaanne!...”

-Kısa yazı geçmişiniz?

Masal dinlemeden uyuyamayan bir çocuk olarak, okumayı söktükten sonra kendi hikâyelerimi kendim okudum. Sonra hep özendim. Okuduğum kurgular karşısında büyülendim. Ben de yazacağım dedim. İlkokulun ilk yıllarında bir defter edindim yazmak için. Hala durur o defterim. ‘Bit’ adında bir öyküm var. Okullarda çocukların kafasında eğitim alarak, kendilerini geliştiren bitler, dünyayı ele geçiriyor. Sonraki yıllarda biraz korktum sanırım hikâyelerden. Kendime döndüm. Günlükler doldurdum. Sonra kendimi yazdım, sonra çevremi yazmaya başladım sonra korkuyu attım ve tekrar dünyayı ele geçiren bitlere selam çakıp, öyküler kurgulamaya başladım. Dergiler ve sanal ortamdaki edebiyat siteleri reaksiyon almak ve ne yöne gideceğini kestirmek adına kalemime yardımcı oldu.

-Ada nedir sizce?

Heybeliada’da doğup, orada büyümüş ve yirmi yılını orada geçirmiş biri olarak, ada benim için ev demek. Ev kelimesinin içi pek çok kavram ve duyguyla doldurulabilir.  Adada yaşamak dışarıdan günü birlik kaçamak yapmaya benzemez. Kaçamazsın adadan. Ada peşini bırakmaz. Bir yandan özgürlüktür ada; bağıra çağıra şarkılar söylersin çamların altında, at koşturursun orada burada, bir yandan tutsaklıktır; bir lodos olur, başın tutar kıpırdayamazsın hiçbir yana. Ama adalılar, uzak da olsa adalarından bir takım tutar gibi görünemez halatlarla bağlıdır iskelelerine. Nüfusu ne kadar olursa olsun ıssızdır her ada. Ama her adalı, adanın keyfini çıkarmak için elinden ne geliyorsa onu yapar. “Halki To Putanaryo” adlı öykümde sık sık tekrarlandığı gibi  ‘çünkü ada çok sessiz eğlence gerek.’

-Ödül almak nasıl bir duygu?

Ödüllendirilmek keyifli bir şey. Yazılıdan iyi not almaya benziyor. Orhan Kemal sevdiğim bir yazar, adına düzenlenen Orhan Kemal Öykü Yarışması da “Goglis Ne Demek?” öykü dosyamın okunması ve Candan Selman isminden çok, öykülerimin adının duyulması bakımından önemliydi benim için.

-Eskiden bütün genç yazarlar aynı zamanda yeni de olurdu ama şimdi genç yazarlar yayınlandıkları andan itibaren bir tamamlanmışlık hissi de veriyorlar... sizin gibi...

Bir kitap çıkarmak ‘maliyetini karşıla basalım’ damarını saymazsak uzun ve meşakkatli bir süreç. Dergiler bu bağlamda çok mühim. Edebiyatın mutfağı. Altını üstünü çevire çevire dergilerde pişmek, yarışmalara katılmak, sanal edebiyatta kafa göz yararak var olmaya çalışmak mühim. İnsan arkasında kara bir leke bırakmak istemiyor. O yüzden de ilk kitap artık tamam çıksın dediğin noktaya vardığında ve kendi duruşuna uygun bir yayınevi seni görebildiğinde, kitabına bir yuva bulduğunda her ne kadar yeni bir yazar gibi gözüksen de aslında uzun bir serüvenin sonuna da gelmiş oluyorsun bu yeni başlangıçta. 

-Son günlerde ses getiren ‘Duran Ufo’ kısa filminin hikâyesini de siz yazdınız. Biraz anlatır mısınız?

Sadece durarak sessiz bir tehdit oluşturan yapılar, sinema binaları, heykeller, ağaçlar var bu ülkede. Yıllardır belki de orada duruyorlar, kimseye bir zararları yok. Hatta çevrelerine yaydıkları güzellikler var. Ama nedense bir tehdit gibi görülüp, müdahale edilmek isteniyor. Gökyüzünde bir anda beliren ve  durma süresi arttıkça bir tehdit olarak algılanmaya başlayan bir ‘duran ufo’ merkezli gelişti hikâye. Gündemin gün be gün değişmesi ve değişirken bir önceki gündemin önemini yitirmesi ve bu yönde ülkede değişim gösteren duygu ve eylemler de hikâyeyi şekillendiren öğeler oldu. Kısa filmimizi biz sevdik, sanırım insanlar da sevdiler.

-Yeni projeler çalışmalar var mı?

Bir süredir üzerinde oynadığım bir roman var. Ama ben oynamayı severim. Oyunu ne zaman bitiririm tam bilemiyorum. Bunun dışında öyküler toplamaya ve onları hizaya sokmaya çalışıyorum. Çoğu haylaz, yerlerinde pek durmuyor.


Goglis Ne Demek? from themanproduction on Vimeo.

DURAN / Kısa Film 2013 from themanproduction on Vimeo.

29 Mayıs 2013 Çarşamba

Kaldırımların altında ne vardı?




1968 Mayıs Olayları

1968 Mayıs Olayları her şeyden önce eşi görülmemiş bir öğrenci ayaklanmasıdır. Bu olay, ABD’de doğan bir uluslararası kriz sırasında patlak verdi: 1964 Eylül'ünde Free Speech Movement, Berkeley Üniversitesi’nde Vietnam Savaşı’na karşı protesto gösterileri başlattı. Ama Fransız olayı tamamen özel bir nitelikte ortaya çıktı: hareket, Fransa’da başka ülkelere göre daha yaygın ve daha heyecan verici bir şekil aldı; özellikle üniversite öğrencilerinin ayaklanması grevlere ve yaygın bir toplumsal bunalıma yol açarak devlet üst yönetimini tehlikeye soktu.

Fransız Mayıs'ı’nın üç bunalımı

Mayıs Olayları’nın habercisi olan ilk karışıklıklar 1963’in başında Paris’te Nanterre Üniversitesi’nde meydana geldi. Paris’in batı banliyösünde çok büyük bir gecekondu mahallesinin ortasında kurulmuş olan bu kampüs l963’te Paris’teki Sorbonne Üniversitesi’nde ortaya çıkan sıkışıklığı gidermek için açılmıştı; Nanterre’de ki bu üniversite siyasi kaynaşmaya ve aşırı sol hareketlerin gelişmesine uygun bir yer olarak kendini gösterdi; bu aşırı sol hareket kapitalist toplumun çarklarından biri olarak değerlendirilen üniversite kurumuna karşı ayaklanmayı önerdi: Daniel Cohn Bendit 22 Mart Hareketi’ni başlattı. Nanterre’deki olayların birbirini izlemesi üzerine 2 Mayıs'ta üniversite kapatıldı. Bundan sonra karışıklık Paris’in merkezine sıçradı; basit bir olaylar dizisi olan bu durum bir ulusal bunalıma dönüştü.

3 Mayıs'ta Sorbonne’un avlusunda öğrenciler tarafından düzenlenen protesto mitingini dağıtmak için polis kaba kuvvet kullanınca bütün denge alt üst oldu. Bastırma hareketi (500 tutuklama) öğrenciler arasındaki “çılgın” militan azınlıkla dayanışmaya yol açtı. Mayıs bunalımı Paris’in ortasındaki merkez üniversitenin yanı başında Quartier Latin’in sokaklarında başladı. Barikatlar, kaldırım taşları, molotof kokteylleri, polis kuvvetlerinin karşı saldırıları, coplar ve gözyaşartıcı bombalar: çatışmalar günden güne büyüyordu ve çevredeki radyoların dinleyicileri tarafından doğrudan izleniyordu. UNEF (Jacques Sauvageot’nun başkanı bulunduğu üniversite öğrencileri sendikası) tarafından yönlendirilen hareket liselere kadar yayıldı. Liselerde eylem komiteleri oluşturuldu.

10 Mayıs'ı 11 Mayıs'a bağlayan gece (“Barikatlar Gecesi”) hareket doruk noktasına ulaştı. Öğrencilerle polis arasında sert sokak çatışmaları meydana geldi: arabalar ateşe verildi, kaldırım taşları söküldü, vitrinler kırıldı, yüzlerce kişi yaralandı. Ulke şaşkın bir haldeydi. 0 zamana kadar okulun duvarları arasında kalmış olan öğrenci ayaklanma kamuoyunun sempatisiyle karşılaştı:

13 Mayıs'ta sendikalar polisin zor kullanmasını protesto etmek için öğrencilerle birlikte gösteri yaptılar. Bunalım artık yeni bir boyut kazanmıştı, ertesi gün, kendiliğinden ve hiç beklenmedik bir biçimde grev dalgası patlak verdi: öğrenci ayaklanmasının ardından gerçek bir sosyal bunalım geldi.

Öğrenciler sonu gelmez “genel kurul”larını toplar ve dünyayı ateşli tartışmalarla yeniden kurarken, düzenli grevlerden ve sonuç getirmeyen görüşmelerden bıkkınlık getirmiş olan işçiler patronların uzlaşmaz tavrına daha sert bir biçimde karşı çıkmayı kararlaştırdılar. 24 Mayıs akşamı, Nantes banliyösündeki Sud Aviation işçileri fabrikalarını işgal ettiler ve fabrikanın müdürünü rehin aldılan 15-16 Mayıs'ta grev Renault’un Cléon ve Sandouville’deki (Seine-Maritime) ve Flins’deki ve Boulogne-Billancourt’daki fabrikalarına yayıldı. 22 Mayısa kadar hareket giderek genişledi. Ülke 7 milyon grevciyle felç oldu.

Nihayet olayın ciddiyetini kavramış olan iktidar bu duruma tepki gösterdi. General de Gaulle tarafından yapılan referandum ilanı hiçbir sonuç getirmedi. 24 Mayıs'ta Başbakan Georges Pompidou görüşme isteğinde bulundu. Hükümet, işveren ve sendikalar arasındaki görüşme 27 Mayıs'ta önemli tavizlerle sonuçlandı. Asgari ücret yüzde 35, diğer tüm ücretler yüzde 10 artırıldı, haftalık iş saatleri süresinin indirimi sözü verildi. Ama Grenelle uzlaşması işçi tabanını tatmin etmedi: uzlaşma geleneksel olarak GGT (İşçi Sendikaları Konfederasyonu) tarafından savunulan klasik ücret artırımı taleplerini ön plana çıkarıyordu, buna karşın grevciler daha ziyade iş ilişkilerini değiştirmek ve işletmedeki iktidarın yapısında söz sahibi olmak istiyorlardı. CFDT (Demokratik İşçi Sendikaları Konfederasyonu), patronlar karşısında ücret artırımı talepleri diğerleri kadar ortaya koyamadı. Patronlar, maddi tavizleri daha az tehlikeli buluyorlardı.

Grenelle uzlaşmasına rağmen grev devam etti. İşler çıkmaza girdi. İktidar ne yapacağını bilemez bir durumdaydı.

Ne Mayıs Hareketi, ne de sol partiler inandırıcı bir çözüm önerebildi. Bir tarafta UNEF’e (Üniversite Öğrencileri Sendikası) bağlı öğrenciler PSU (Birleşik Sosyalist Parti) ve GFDT ile Gharlety stadyumunda 27 Mayıs'ta bir miting düzenlediler. Mitinge 30 bin kişi katıldı. Bununla birlikte bunalıma devrimci bir çözüm sağlanamadı. Üstüne üstlük sol kesimlerin arkası kesilmeyen talepleri ve özellikle kendi kontrolünde olmayan bir hareket karşısında son derece kuşkulu olan Fransız Komünist Partisi’nin açıkça ortaya koyduğu muhalefetiyle karşı karşıya kalındı. Geleneksel sol partiler, yalnızca klasik çözümler öne sürdüler: geçici bir hükümet, yasama meclisi ve başkanlık seçimlerini öne almak gibi. François Mitterrand’ın Sosyalist Partisi ile Waldeck Rochet’in Komünist Partisi arasındaki rekabet anlaşmalarını engelledi.

Boş laf ve iktidarsızlık 28 Mayıs'ta solun patenti oldu. Mitterrand cumhurbaşkanlığı için adaylığını ilan ederken öğrenciler ve grevciler "toparlanma" çığlıkları atıyorlardı. Kamuoyunun kaygılarından yararlanacak bir karşı güç için meydan boştu.

Karşı saldırı görkemli bir dram görüntüsüne büründü: 29 Mayıs'ta General de Gaulle ortalıkta yoktu, kaybolmuştu. Anormal bir şaşkınlık vardı. Ve 30 Mayıs'ta sürpriz dönüş gerçekleşti. Aşırı dramatize edilen bu dönüşle General de Gaulle meclisin feshini ve seçimleri ilan etti. Sonunda ülke ele geçirilmişti, büyük bir rahatlama oldu. De Gaulle bir gün önce gerçek bir yılgınlık mı yaşamıştı? Baden-Baden’e gidip General Massu ile görüşerek ordunun müdahalesini mi düşünmüştü? Bunun ince bir siyasi manevra olduğu da düşünülebilir: önceden planlanmış psikolojik bir şok yaratmayı amaçlayan bir "kaybolma" .

Ne olursa olsun 30 Mayıs bir dönüm noktasıdır. Seçimlerin gündeme gelmesiyle bunalım yeniden siyasetin geleneksel yollarına döndü. De Gaullecüler tarafından Champs -Elysées’de düzenlenen büyük gösteri kesin bir alternatifi olmayan yorgun ve endişeli bir kamuoyunun dönüşünü ilan etti.

Sol hazırlıksız yakalanmıştı: eğer aşırı solcular bu "aptal tuzağı seçimler"i istemeselerdi geleneksel partiler onların isteklerini reddedemeyeceklerdi; ama seçimi istemekle inisiyatifi kaybettiler. Yeniden işbaşı yapılması yavaş gerçekleşti. Haziran’ın ortasında Flina’de ve Sochaux’da hala çatışmalar devam ediyordu. Çok sayıda grevci kendini aldatılmış hissediyordu, ama birbirlerinden kopuktuları 23 ve 30 Haziran seçimleri sağ hükümete ezici bir çoğunluk sağladı. De Gaullecüler yapay bir komünist " komplo" su ve kargaşa korkusunu yaydılar. Hareket sona erdi. Haziran Mayıs'ı toprağa gömdü.

Toplumsal nedenler

Mayıs Olayları’ndan geride kalan şey küçük sol grupların (Troçkistler, Maocular ve diğer fraksiyonlar) öfkeli imajı, parlak devrimci sözleri ve boş laflarıyla taşkınlıkları oldu. Ama eylemlerden yana olmak her şeyi açıklamıyordu. Çok daha önemli olan üzerinde filizlendiği şu çürük topraktı: patlamanın eşiğindeki bir eğitim sisteminin derin bunalımı.

"Otuz yıllık" mutlu kalkınmanın esenliği içinde olan Fransa 10 sene zarfında lise ve üniversite öğrencilerinin üç kat arttığını gördü. Öğrenci sayısındaki bu patlama bir anda gettoların bulunduğu banliyölerde alelacele yeni fakültelerin kurulmasına, yedek ve geçici statüdeki asistanlarla yeni eğitimcilerin göreve getirilmelerine yol açtı. Bu da üniversitenin yapısının doğal gelişimi dışında gerçekleşti. Asil hocalar kendi egemenliklerini yürütüyorlardı. Eğitim sistemi öğrencilerle kendi arasına mesafe koyuyor ve onları pasif bir duruma sokuyordu. Mayıs Hareketi liderlerinden asistanlar sendikası yöneticisi olan Alain Geismar’ın olayların içinde yer alması üniversitedeki bozukluktan kaynaklanıyordu. Buna bir de öğrenciler için öğrencilik sonrası iş bulma konusunda kaygılar eklendi: tıkanmış ve sosyal açıdan değer kaybetmiş olan edebiyat fakültesinde (özellikle de sosyoloji ve psikoloji bölümlerinde) öğrenci sayısı son derece artmıştı. Nihayet 1967’de Fnuchet reformunun uygulanışı seçimi güçleştirmişe benziyordu. Öğrenciler işsizlikten kaygılanıyorlardı: yönetici sınıfların mirasçıları mevkilerini kaybetme tehlikesiyle karşı karşıyaydılar; çoğunlukta olan orta sınıf kökenli öğrenciler diplomaların kendilerine sağlaması gereken sosyal yükselmeyi elde edemeyecekleri kaygısına kapılmışlardı. Kaygılı üniversite çevresi "burjuva üniversitesi" nin geçersizliğini ilan eden bir yer haline dönüştü.

Genel olarak, gençlik, hâlâ geleneksel değerlerle biçimlenen ve gençliğin özlemlerine kapalı bir toplumda kendi yerini bulmakta güçlük çekiyordu. Entelektüel gençlik içinde bu tedirginlik UNEF tarafından dile getirildi. UNEF Cezayir Savaşı’na karşı oluşturulan, siyasallaşma denemesi olarak kalan, Sosyalist Parti’ye yakın, aynı zamanda da öğrenci örgütlerinin genel bunalımıyla biçimlenen öğrenci sendikasıydı: 1965’te Hıristiyan Öğrenci Gençliği (JEC) Katolik Kilise makamlarıyla çatışmaya girdi.

Bu özel talepler daha geniş bir toplumsal hareketin fitilini ateşleyebilmişse bunun nedeni bu taleplerin toplumsal gerilimin yankılanması olarak ortaya çıkmasıdır. 1 964’te Maliye Bakanı Valdıy Giscard d’Estaing tarafından uygulanan "stabilizasyon planı" genel bir duraklama yarattı. 1964-1966 yıllarının durgunluğu gelişmeye ve alım güçlerinin yükselmesine alışmış işçileri hoşnutsuzluğa düşürdü. 1967 yılı 300 000 işsizle hiç de parlak bir yıl değildi. Mayıs 1968 böylece iki temel merkezi sendika olan CGT ve CFDT arasında 10 ocak 1966’da imzalanan eylem birliği antlaşmasıyla desteklenen ve gittikçe gelişen işçi mücadelesi içinde yer aldı.

1968 grevleri ücret artınını taleplerinin önemi açısından önceki grevlerden ayrılıyordu. İşçiler, patronların küçümseyici ve otoriter tutumlarından kurtulmak istiyorlardı, "Işte daha fazla saygı" istiyorlardı. Yerleşik hiyerarşilerin ve otorite prensibinin bu özgün ve yepyeni reddi, özellikle, bilgili, kendilerinden öncekilerine göre daha yüksek eğitimli olan ama tam anlamıyla düzene entegre olmamış, "Mayıs ruhu" içine kolaylıkla giren genç kalifiye işçiler tarafından formüle edildi: bu genç işçiler, saygınlıktan, eşitlikten, özyönetimden söz ediyorlardı ve grevlerde inisiyatif sahibiydiler. İkinci özgünlük ise bu harekete memurların da katılmalarıydı. İşyerlerindeki mühendisler, memurlar, teknisyenler giderek artan bir sayıda tüm yetkileri en iyi biçimde kullanan modern katılımcı yönetimi savunarak eski otoriter emir-komuta üslubunu yeniden eleştiri konusu yaptılar.

Mayıs hareketinin yorumları

Mayıs olaylarından geriye, "Hiçbir şeye aldırmadan keyfinize bakın" , "Yasak yasaktır" şeklindeki cüretkar sloganlar hareketin oyunu andıran atmosferi; konuşmanın ve seksin özgür kılınması; ütopyanın ve düşün filizlenmesi kaldı. Bu hazcı ve bireyci tutum, aynı zamanda Leninci ilkelerden esinlenmiş söylevlerle ve Enternasyonal Marşı eşliğinde yapılan geçit törenleriyle çelişki yaratıyordu: Mayıs Olayları’nın ilgi çekici, tuhaf anlam belirsizliğiydi bu.

Raymond Aron bu olayda bir ateşli hastalık nöbetini, bir psikodramı, uzun zamandır bilinçaltına itilmiş içtepilerin dışavurumunu görmek istedi. Görkemli ve anonim üniversitelerde, hayal kırıklığına uğramış bir kalabalık oluşturan öğrenciler ilkel Marksizmin yaldızlı parlaklığını taklit ederek “devrimi oynadılar”. Eskimiş bir kitle psikolojisi anlayışla yapılan bu açıklama çocuksu ve tehlikeli olarak değerlendirilen bir harekete karşı açık bir düşmanlık gösterisiydi. Nihayet grevler, ücretlerin dondurulması ve işsizliğin artışından ileri geliyordu.

Bu nokta üzerinde, Raymond Aron, FKP’nin CGT’nin ve nazik sosyal dokulu bir ülke imajı çizerek Mayıs 1968’i uzun sosyal çatışmalar listesi (1906, 1919-1920, 1936, 1947, 1948, 1953) içine alan bazı toplumbilimcilerin tahlilleriyle birleşti. Oysa yeni oyuncuların varlığını hesaba katmak gerekiyordu. Bu yeni oyuncular memurlar, üniversite öğrencileri ve liselilerdi.

Esasen Mayıs Olayları yeni tip bir kültürel ve sosyal hareketti. Bir yandan tüketim toplumunu ve insanların mutluluğundan çok finansal verimliliği düşünen üretim ideolojisini reddetti; eşyalarla sağlanan yabancılaşmayı ve sürekli olarak yeni ihtiyaçların yaratılması çabalarını tepkiyle karşıladı. Ote yandan geçmiş ten miras kalan disiplinlerin ve hiyerarşilerin katılığına karşı bireyin gelişmesi ve mutluluk hakkını yüceltti. Böylece ailede, okulda, işyerlerinde, devlette, kiliselerde, bütün örgütlerde ve sosyal yapılarda hâkim olan otoriter model, bürokratik emir-ko muta üslubu yeniden tartışma konusu oldu. Bireyselliğe, her insanın öznelliğine verilen öncelikte Mayıs 1968’in bütün bakış açılanna bağlı ortak bir öğe bulunuyordu. Bu nedenle eski talepleri ileri süren yapılar, bu yeni hareketle uyum içinde değildiler.

Mayıs ayaklanması kısa vadede başarısızlığa uğrasa da azımsanmayacak derin bir etki bıraktı. Edgar Faure Yasası yeniden biçimlenen üniversitelerde katılımı başlattı. Sendikalarla ilgili yasa, ücret ilişkilerinde hafif bir değişikliğin yolunu açtı. Siyasi planda, Mayıs Hareketi yaşlı General de Gaulle’ün otoritesini yok etti; generalin 1969 Nisan'ındaki referandum başarısızlığından sonra ortadan çekilişi bir bakıma bu hareketin bir başka sonucu sayılabilir. Solda, bunalım silahı ateşledi; 1972’de Sosyalist Parti’nin yeniden doğuşu ve Sosyalist Parti ile Komünist Parti’ nin 1974’teki ortak programı hep bu ateşlemelerin sonucuydu. François Mitterrand’ın 1981’deki zaferi bu durumun ileriye akseden sesiydi. Aynı şekilde feminist ve ekolojik hareketler Mayıs Hareketi’nin sonuçları ve devamıdır. Yeni davranışların doğuşunu sağlayan 1968 bunalımı devrim yerine Fransız toplumunun modernleşmesine katkıda bulunmuştur.