ŞİRİN PARKAN ile söyleşi
Şirin
Parkan iyi bir şair.
Aramıza olmuş bitmiş olarak gelenlerden hani... Onu bir gün
okursanız şunu dersiniz: "Neden daha önce tanımadım bu şairin
şiirini?" Ya da "ya kendisinin farkında değildi ya da başkaları
farkında değildi..." Ben Şirin'in şiirlerini ilk okuduğumda aslında çok da
sevdiğim fragmanlı uzun bir şiirle karşılaştım. Böyle şiirlerde kontrol daha
çok Zaman'da olur. Onu ne kadar zamanda yazdığınız değil onu yazmak için ne
kadar zaman boyunca içinizin dolduğudur. Belki ilham böyle de açıklanabilir;
uzun dolumlar... Gümüş Güneşin Sarhoş Kızı adını
verdiği bu uzun şiirin numaralandırılmış fragmanlarını birbiri ardına okurken ne
zamandır terk edilmiş olan şiir okuyuculuğumu yeniden kazanmış olduğumu
hissettim. Şiirsel kanallarım yeniden açıldı, günışığı dahil birçok türde ışık
yeniden doldu. Bu açıdan uzun zaman sonra ilk kez bir şairi merak ve takip
etmeye başladım, ki zamanında böyle bir şair olmaya değer bir hayatın
peşindeydi bu satırların yazarı da... Uzun sözün kısası bütün yıldızları
tanıyamayız göremeyiz. Tek gördüğümüz bütün yıldızların gökyüzünde yarattığı
ışıltı kümesinin bizde yarattığı hoşluk melodisi ve mutluluk ritmidir. Ve şair
bir yıldızsa şiirleri tek maddesi onun ışığı ve sıcaklığı olan yansımalardır. O
yıldızı yüzümüzde hissettiğimizde ona sorarız... Şirin, bu hissin gölgeleri
altında ikinci şiir kitabı Üzerime
Gölgen Düşmüştü, Sen Güneştin ona bazı sorular sormamıza yol açan ışığın
şiirlerini yazdı.
Bana en sevdiğin
şiirini okur musun?
Tabii ki okurum.
Gülmek ağlamak unutmak
sevmek gitmek ölmek varken neden şiir yazıyoruz?
Seçtiğin kelimeler, tesadüf mu bilmiyorum, benim cevabıma ne
kadar da denk düşüyor. Evet, aynı
gülmek, ağlamak, ölmek , sevmek, unutmak
ve gitmek gibi şiir de bir mecburiyet. Sözün bittiği, kelimelerin kifayetsiz kaldığı yerdeki
çaba, yine de söylemek, nasıl söyleyeceğini bulmaya çalışmak, deneysel bir süreç benim için. Bir tür doğum, hem doğurduğun hem yeniden doğduğun. Yeniden ölmek için. Yeniden sevmek, unutmak ve gidebilmek
için. Bir tür güç toplayış, uyuyup
uyanma, ölüp dirilme.
Kutsal kitaplara kadar
şairleri bilmiyorduk genellikle. Neden bu tanrıları tanrılığı kıskanmak? Şair,
şiirinin neresinde neyi ve kimi sence?
Sanatçı yaratıcı olan kişidir. Sadece bu sıfat bile tanrı
ile uğraşmak için bir neden. Sonra isyankardır,
olduğu, öğretildiği gibi kabul
etmeyen, hep sorgulayandır. Ölümsüzlüğü arayandır.
Ölümlülüğü kabul edemeyendir.
Şair bence eyer vurulamayan
at, tasma takılamayan
kedidir. Sadakatsiz sevgili, sağı
solu belli olmayan aşıktır. Yeri
geldiğinde ahlaksız yeri geldiğinde nefret doludur. Bütün uç duyguları içinde barındırandır
şair. Ya da benim şairim.
Ilk şiir geliyor. Önce şiir vardı zaten. Tiyatro ve tıp da
çok şiirsel eylemler olarak hep hayatımda
var oldular. Tıbbi ben bir bilim dalından çok hep bir sanat olarak
gördüm. O yanını sevdim. İnsani tanımayı, gerçek anlamda dinlemeyi, ona
dokunabilmeyi, yardım edebilmeyi, oradaki o kutsal mahremi, yakınlığı,
sırdaşlığı, tıbbın doğasında olan olması gereken karşılıklı saygıyı
sevdim. Tıp benden çok şey aldı, zaman,
bir ömür boyu aidiyet zorunluluğu hissetmek
gibi, ama kabul ediyorum ki bana çok şey de verdi. Tıpla hep bir aşk nefret ilişkim oldu. Hem hep ondan
kurtulmak istedim hem onsuz yapamadım. Tiyatro ile daha stabil bir ilişkimiz
var. O benim hasret kaldığım, zaman zaman temas edebildiğim uzaktaki sevgilim.
Tiyatroyla ilişkim aslında yıllar içerisinde biraz değişti. Üniversitedeyken birkaç kafası fazla çalışan,
enerjisi bol gelen ve birlikte çok eğlendiğim arkadaşımla yaptığım çok keyifli
bir "şiirsel maceraydı " benim için.
Fakat yıllar, yaşam koşulları
bazı şeyleri güçleştirdikçe biraz daha bireysel bir çalışmaya dönüştü. Bu arada oyunculuğun, tiyatrodan bağımsız,
sadece oyunculuk olarak, insanı çok geliştiren ve olağanüstü keyifli bir
deneyim olduğunu keşfettim. Artık daha
bağımsız fırsatlar da kolluyorum oyuncu olarak. Ama şiir hepsinin içinde olduğu
evren benim için. Hep vardı ve hep olacak.
İlk şiirini hatırlıyor
musun ve ilk şairini?
İlk şiirimi çok iyi hatırlıyorum. İçinde bol bol "sus
sus sus" geçen bir şiirdi. Sekiz
yaşındaydım yazdığımda. Demek ki okuma
yazmayı öğrenir öğrenmez başlamışım bu işe.
Nasıl birilerine gösterdim hatırlamıyorum, çünkü aşırı çekingen, ürkek bir çocuktum. Ama
babam çok beğenmişti -ki kendisi kolay kolay bir şeyi beğenmezdi- ve onun yine
düşüncelerine çok değer verdiğim çok yakın bir arkadaşı bizdeydi. İkisinin çok heyecanlandıklarını, mutlu
olduklarını hatırlıyorum. İlk şairim babamdı.
Babam kendisi de yazan, edebiyatla çok ilgilenen ve hatta hayatını
yazarak kazanan bir insandı. Çok sade ama şiirsel bir dili, derin bir anlatımı
vardı. Onun sözel ifadeleri beni etkilerdi.
Şiirin sonu olacak mı
olacaksa nereden olacak yerden mi gökten mi?
Eğer şiirin sonu gelirse bir gün, dünya çok kötü bir durumda demektir diye
düşünüyorum. Şiirden uzaklaştığımız
günler yaşıyoruz bugünlerde ve bu aslında bazı olumsuz değişikliklerin sonucu.
Umarım yaşamlarımızın özünü, yani şiirini yeniden keşfederiz.
Halil Gökhan